Sayfalar

Cumartesi, Nisan 28, 2007

Yani aşk..

yürek - heart - دل - قلب

Aşk dediğimiz hâl netîce-i hayâl ise, hayâl dediğimiz hâl dahi mücerredâttan ve binâenaleyh ta’rîf kabûl etmeyen mâhîyâttan olduğu için yine hakîkat-i aşkı meydâna koymaktan aczimiz sâbit olur.

Namık Kemal

Pazar, Nisan 22, 2007

Nedir bunun aslı..

Günlük hayatımızda kullandığımız pekçok kelimenin aslı, kullandığımız manasıyla paralel manada olup, zaman içersinde terimleşmiş veya deyimleşmiş.
Arasıra bu kelimelerden örnekler verelim diyorum. İşte bunlardan bir kaçı:

Abuk-subuk konuşmak deyimindeki abuk, "avurdu şişirip parmakla vurarak ses çıkarmak" anlamına geliyormuş.
Cıvıldaşmak: Fısıldaşmak. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor derken, onların fısıldaştığını kastetmiş oluyoruz.
Curcuna: Kabaetleri oynatarak yapılan raks. Bu sözlük anlamı. Ayrıca bir tür danslı, sözsüz oyna da curcuna deniliyormuş. Pandomim benzeri diyebileceğimiz bu oyunda maksat güldürmek, eğlendirmek. Curcunabaz ismi verilen kişiler, giydikleri özel kostümle bu oynu sergilerlerdi.
Cigersiz: Ciger öz türkçede yürek, cesaret anlamında. Dolayısıyla cigersiz de cesaretsiz, yüreksiz demek oluyor.
Gıcık (gicik): Kaşınma, kaşıntı, uyuz hastalığı.
Katıla katıla gülmek: Katıla kelimesi öztürkçede "kat, defa kere" anlamındadır.
keklemek: Eski türkçede "kekleşmek" olarak kullanılırmış. Alay etmek demek.

Perşembe, Nisan 19, 2007

Kelli Felli hatalar

Galat-ı meşhur mu desek, hata-yı mütekerrere diye biz de yeni bir tamlama mı uyduruversek bilemiyorum. Bazı tabirler, kelimeler var ki dilimizin yapısından kaynaklanan galatlaşmadan ziyade, yanlış bilinip, yanlış kullanılmakta. Mesela aklıma gelen ilk misal "şarj" kelimesi. Pekçoğu ısrarla "şarz" demekte. Halbuki yine aynı kişiler "şarjör, deşarj" kelimelerini hatasız telaffuz ediyor.
Biz de şimdi yanlış kullanılan bir deyimi daha dilimizin döndüğü kadar tashih etmeye çalışalım.
Pekçoğumuzun kullandığı tabirlenderdir:
"Kelli felli bir adam."
İşin aslında ise o adam "Kerli ferli" biridir.
Bakalım kerli ferli ne manaya geliyormuş:
Ker: Farsçada "kuvvet, güç" demek.
Fer: Yine farsça olup, aynı anlamda kullanılmakta.
Yani kerli ferli, güçlü kuvvetli demek oluyor ki, biz zaten "kelli felli" derken aynı şeyi kastediyoruz.

Çarşamba, Nisan 18, 2007

Nisan'ın ilk yağmuru bugün yağdı

Elbette İstanbul'dan bahsediyorum. Diyeceksiniz ki "Nisanın 18'i olmuş, hangi ilkten bahsediyorsun?". Fakat bugün Rumi takvime göre "5 Nisan". Yani eskilerin "köy hesabı" dedikleri ve Osmanlı zamanında kullanılan resmî takvim. Halen yağmaya devam etmekte. Şifa olsun, bereket getirsin inşallah. Bilindiği gibi nisan yağmuru istiridyenin karnına düşerse inci, yılanın ağzına düşerse zehir peydâ olur. Kelliğe, ufak tefek hastalıklara, çocuğu olmayan kadınların derdine devadır. Bu sebeple biriktirilir ve saklanır. İlaç gibi tüketilir. Binaenaleyh nisan yağmurundan kaçılmamalı, mümkün olduğunca maruz kalınmalıdır.

Berceste:
Hamd ol Allah'a kim dünyâya bârân yağdırır
Lü'lüyi lâlâ kılur bârân-ı nisan yağdırır
Aşkî

Şerh: (O Allah'a hamd olsun ki dünyaya yağmur yağdırır. İnciyi parlak kılan nisan yağmurunu yağdırır.)

Pazartesi, Nisan 16, 2007

İstifin Kemali

"Lâilahe illâ ente sübhâneke inni küntü mine'z-zâlimîn"
Hat: Hamid Aytaç Tezhip: Feyza Şen.

İstif kelimesi, dilimize İtalyanca'dan girmiştir.
Kamus-ı Türkî istifi şöyle izah etmekte:
1- Sıra, nizam, dizi, sıralamak, dizmek, tertip ve tanzim etmek.
2- Sıralanmış şey, dizi, muntazam yığın.

Kelime aynı zamanda hat sanatını ıstılahındandır (terimlerinden). Hat sanatında, harflerin yanyana istiflenmesinden meydana getirilen kompozisyonlar esastır.
Çok katı kuralları olduğu halde, bütün bu kuralların hattatın sanatını konuşturacağı geniş bir kompozisyon imkanı sağlaması da hat sanatının ne kadar harikulade olduğunun ispatıdır.
İstif edilen yazı, hangi formda yazılırsa yazılsın okunabilirliği esastır. İster herhangi bir figür şeklinde (testi, leylek, mevlevi sikkesi gibi), isterse geometrik formda olsun, yazı sağ alt köşeden okunmaya başlar.
İstifinlenen hat, yazının genel kaidelerine aykırı olmadığı ve okunabildiği ölçüde sanatkarın maharetiyle şaheser haline getirilip, cami kubbesini, kapı girişlerini, levhaları süslemektedir.
İstifin kemaliyle ilgili şöyle bir anekdot da vardır:
Devrinin reisülhattatin'i (hattatların reisi) olan Muhsinzade Abdullah Bey, yazacağı yazıyı ilk olarak kurşun kalemle istif eder, sonra maiyetinde kullandığı az okuma bilir bir çocuğa gösterirdi. Çocuk yazıyı zorlanmadan okursa onu intihab (seçmek) ederdi. Çocuk okumakta müşkilat çeker yahut okuyamazsa, yazıyı değiştirir, başkasını yazardı.

Şiiri Yazılamayan Şehir


Gökçe atlar üstünde fethe uçan cihangir:
Bu pürfüsun şehire nasıl yazılır şiir?

Bir masal diyarının gölge-ışık Kaf’ını
Kalem çizebilir mi mânâ fotoğrafını?

Medine-i fâzıla, kutsanmış dersaadet
İstanbul sevda gibi, ölüm gibi mücerret

Yakamoz şehrâyini, tılsımlı, aşkın-verâ
Sözle şerh edilemez bu ilâhî manzara

Sanatın bütün sırrı mazmun olsa yine zor
İstanbul nûr revnakı, İstanbul bir metafor

İstanbul şiiristan, bedestân pazarıdır
İstanbul, mâverâya dervîşân nazarıdır

İstanbul taç-neşide, ona remz olan lâle
Dökülür gökyüzünden bediî bir şelâle

Aşkbaz suzidîlâra, raks eder leyl ü nehar
İstanbul âteşefruz, erguvanî nevbahar

O bir teşbîh-i belîğ, hüsne ad olan gazel
İstanbul güzelliğin hayran kaldığı güzel

Efsaneler sultanı dalmış ulvî-uykuya
İstanbul, lâmekânda ruhun gördüğü rüya

Olcay Yazıcı

Perşembe, Nisan 12, 2007

Sene-i devriyemiz


Mihmanhane'nin açılmasının üstünden 1 sene geçmiş. Vatana, millete hayrımız dokunmuştur inşallah. Okuyan, bakınan, yazan herkese teşekkürler. Seneye buralarda olur muyuz? Allah kerim..

hamiş: banner'a "alınlık" ismini koymuştuk vakt-i zamanında. Burdaki ise orjinal bir alınlık. Tezhibi sevgili ve muhtereme ablam Feyza Şen'e ait. Ona da hasseten teşekkürler.
Elbette bu alınlığı kullanmayacağım. Sadece sene-i devriye vesilesiyle ekledim. Fakat ilerde bu tarz bir siteye sahip olmak istiyorum inşallah. Nasip..

Pazartesi, Nisan 09, 2007

Osmanlı Armasını tanıyalım

Topkapı Sarayı Harem girişinde köşeye yerleştirilmiş bir arma.
Tuğra II. Abdülhamid Han'a ait. Bu da eserin 1876-1909 yılları arasında yapıldığını göstermektedir.
Osmanlı Arması 18. asır sonlarında meydana gelmeye başlayıp, karakteristik özelliklerini II. Abdülhamit Han devrinde kazanmıştır. Bu devirde devletin unsurlarını armaya yerleştirme fikri ön plana çıkmıştı.
Arma çok farklı fonlarda olabiliyor. Ama temel özellikleri hemen hemen aynıdır.
Saltanat ve orduyu temsil eden motifler kullanılmıştır.
Şimdi fotoğrafı inceleyelim:
1- Tuğranın etrafınaki bu güneş motifi, padişahın güneşe benzetilmesinden ileri gelir.
2- II. Abdülhamit'in tuğrası.
3- Sorguçlu serpuş: Osman gaziyi ve tahtı temsil eder.
4- Kalkan: Ortasında stilize edilmiş bir güneş motifi var. 12 yıldız: Rivayete göre bu 12 yıldız 12 burcu temsil eder. Güneş bu burçlar üzerinde hareket eder. Böylece Osmanlı kainatın merkezi addedilmiştir.
Başka bir rivayete göre Osmanlı'nın 12 eyaletini temsil eder.
5- Osmanlı sancağı.
6- Mızrak: Son dönem mızraklı süvari alaylarını remzeder.
7- Tek taraflı teber (balta): tören silahıdır.
8- Çift taraflı teber: Orduda üst düzey görevliler tarafından üstünlük sembolü olarak kullanılmıştır.
9- Mızrak.
10- El siperlikli tören kılıcı: bu kılıç klasik türk kılıcı olmayıp, o devirdeki subaylar tarafından kullanılırdı.
11- Top: topçu ocaklarını temsil eder.
12- Kılıç: geleneksel türk kılıcı.
13- Top gülleleri.
14- Borazan: modern mızıka takımının kullandığı çalgı aletidir.
15- Yay.
16- Çapa: Osmanlı denizciliğini temsil eder.
17- Bereket boynuzu: bu boynuzun Osmanlı kültürüyle alakası yoktu. Armayı tasarlayan kişi azınlıklardan biri veya bir Avrupalı olsa gerek. Osmanlı topraklarını temsil ettiği rivayet edilir.
18- Hilafet sancağı (yeşille remzedilmiş).
19- (Üstte) Kuran-ı Kerim. (Altta) Kanunnameler (böylece devletin adaletinin osmanlı yazılı kanunları ve şeriat ile sağlandığı remzediliyor).
20- Terazi: şeşper ve asaya asılıdır. adaleti temsil eder.
21- Asa ve şeşper(altı dilimli topuz) şeşper: asalet ve üstünlüğü remzeder. asa: Hz. Musa'nın asasını remzeder.
22- Toplu tabanca: 1840'dan itibaren bütün subayların kullandığı silahtı. Osmanlı ordusunun modernize edildiğini remzeden bir motif.
23- Kılıç.
24- Çift taraflı teber.
25- Süngülü tüfek: Nizam-ı Ceditle birlikte Osmanlı ordusunun asıl silahı olmuştur.
26- Şefkat nışanı: 1878'de II. Abdülhamit Han tarafından ihdas edilmiş olup; savaş zamanında, büyük afetlerde devlete, millete hizmet eden kadınlara verilirdi.
27- Mecidi nişanı: Beş ayrı derecesi vardır ki kişinin başarıları arttıkça bir üst derecesi verilirdi. Üst derece verilince alt derece geri alınırdı. Savaşlarda üstün başarı gösteren askerlere verilirdi.
28- Nışan-ı iftahar: Sultan Abdülmecid döneminde ihdas edilmiştir. Üst düzey devlet hizmetlileri ve askerlere verilirdi.
29- Nışan-ı osmani: Sultan Abdülaziz Han tarafından 1862'de ihdas edilmiş olup, devlet hizmetinde üstün başarı sağlayanlara verilirdi.
30- Nışan-ı al-i imtiyaz: Devlet adına faydalı işlerde bulunmuş ilim adamları, idareci ve askerlere verilmek üzere 1876'da II. Abdülhamit Han tarafından ihdas edilmiştir.

Pazar, Nisan 08, 2007

Bir Kul Bir Resul Sergisi

Yer: Türk ve İslam Eserleri Müzesi (Sultanahmet)

Hazırlayan: Türk Kadınları Kültür Derneği

Son gezi tarihi: 15 Nisan

“Önce kulum, sonra resul.” hadis-i şerifinden mülhem olan sergide, ilk kez halka açılan Hz. Muhammed'in şahsi eşyalarının yanısıra Kâbe anahtarı, Kâbe süpürgesi gibi manevi değeri olan eşyalarla birlikte din ilimleri, edebiyat ve sanat açısından paha biçilemeyecek değerde eserler tek bir sergide bir araya geldi. Sergide, aralarında Mukaddes Emanetler, el yazması Kur'an'lar, Medine-i Münevvere toprağının da bulunduğu 130 nadide hatıra yer alıyor.

Hamiş: Sergiye oldukça yoğun bir alaka var. Bu yüzden mümkün olduğunca erken saatlerde gitmenizi tavsiye ederim.

Perşembe, Nisan 05, 2007

Hasretin şairi, şairin hasreti

Hasret, gönül ateşinin membaı. Nâr'a hâr. Dil'e yara. Yâr'e varma yolunda mâni. Öyle mâni ki, sevdâ çölünde, aşılası en büyük engel. Aşk esiri gönülde memhur en derin his.
Cehennemde azap, gecede karanlık. Su vuslat olsa, oruçlar hep hasret'e.
Hasret ki, hicrin, firkatin, ayrılığın hulasası. Derd-i aşkın yekûnu.
Şairin dilinde hasret, hasretin ilinde şair. Hasretin şairi, şairin hasreti bir olur söyleşirler mısralarda:

Sen beni hasret beyâbânında dermansız kodun der Aşkî, bir türlü erişemediği vahaların seraba dönüştüğü sahrada. Hasret çöldür artık, vuslat su. Su ki sevgili. Dermansız kor âşık'ı.

Hasret düştüğü dem şairin gönlüne, ne söyleşir dil, ne tadı kalır ehl-i dil ile söyleşinin.

Gittin emmaki kodun hasret ile cânı bile
İstemem sensiz geçen sohbet-i yârânı bile
Neşati

Ki zaten sohbet dediğin de sevgiliyle yapılandır. Cennettir diğer ismi. Onsuzluk hasret, hasretin ateşiyse olsa olsa cehennemin ta kendisidir:

Cennet değil mi yâr sohbet dedikleri
Dûzah değil mi âteş-i hasret dedikleri
Nev'î

Asırlar geçer, hasretler geçmez. Sözler değişse de, sevenler de sevilenler de kalmasa eskisi gibi, hasretler değişmez. Yine şiire düşer hasret:

Cana hasret kaldı can / Suya hasret kaldı su
Cana hasret kaldı su / Suya hasret kaldı can.

İsmet Özel

Kimisi demirin bile dayanamadığından dem vurur, Hasretinden prangalar eskittim deyiverir. Nasihat eder kimisi:

Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın

Can Yücel

Bir diğeri çıkışır ay'a, deniz'e. Hep hasretten:

Katili oluyorum gecelerimin her yakamozda
Bir ay'ı kalaylıyorum bir denizi
Savuruyorum rüzgarlara vuslat dilekçemi
Yaşanmıyor hasretinle böyle bir başıma

Ahmet Nuri Köse


Meşhur olmak gerekmez, gönle hasret düştüyse. Her yürekte bir karşılığı vardır onun.

Ve hasılı:

Hasretin şiiri bitmez, şairin hasreti bitmedikçe.


Pazartesi, Nisan 02, 2007

Kırmızı Doçla Dondurma Safası

Bizim çocukluğumuzda bayramlar yaz tatiline denk gelirdi. Bu yüzden küçüklük bayramlarım ekseriyetle Samsum Çarşamba'daki bir çiftlikte geçmiştir.
Zamanında annemin babası birkaç akrabasıyla Rize'den buraya gelmiş, bir ağadan satın aldıkları büyük arazi üzerinde evlerini inşa etmişler. Zamanla Çarşamba halkı tarafından "Lazların Çiftliği" diye anılmaya başlamış burası.
Yaz tatili gelse de Yeşilırmağın çok yakınında bulunan bu şirin çiftliğe gidebilsek diye heyecanla beklerdik. İstanbul ve Ankara'dan gelenler ve çiftlikte yaşayan çocuklarla büyük bir kalabalık meydana getirdiğimizden, arkadaş ithaline gerek duymazdık. Zaten çiftlik, arazinin ortasında olduğundan, yabancı da pek girmezdi buraya.
Sabahtan akşama, akşamdan yatma saatine kadar envai çeşit oyun, binbir türlü koşuşturmacayla, iki ay su gibi gelip geçerdi.
Bayram günleri Çamlık adı verilen yerde kocaman salıncaklar kurulurdu. Bu salıncaklar büyükler içindi. Oturan kişi el yordamıyla değil, iki kişi tarafından tutulmuş kalın iplerle itilerek iyice havalandırılır, tam karşıdaki incir ağacının tepesine ayakları değene kadar sallanırdı.
Düştü düşecek korkusayla karışık bir heyecanla seyrederdik sallananları. Arada küçüklerden cesaretli olanları da sallarlardı ki, asla cesaret edemediğim birşey olarak içimde kalmıştır bu.
Çiftlik halkından birkaçı Çayeli'nin meşhur mesleği fırıncılıkla uğraşmaktaydı. Bu yüzden ekmek dağıtımında kullandıkları kırmızı bir doçları (dodge) vardı. Bu kamyon bayram sabahları ayrı bir önem arzetmekteydi bizim için.
Çünkü bayram demek, kırmızı doçla dondurma yemeye gitmek demekti aynı zamanda. Kocaman kasaya (tabi ki o zamanlar bize kocaman geliyordu) çiftliğin çocukları hep birlikte biner, 15 dklık mesafedeki ilçe merkezine giderdik. Kimse düşmesin diye kasanın tentesini örttükleri ve "sakın buraya yaklaşmayın" diye tembihlediklerinden, karanlıkta kalır, dışarıyı göremez, fakat bundan bir sürü eğlenceli oyunlar üreterek, çok zevkli olan bir yolculuk geçirirdik. E ne de olsa sonunda dondurma da var.
Tabi ki en büyük tezahüratımız "haydi yallah hop hop hop" diye diye bağırmaktı ki, eski Türk filmi seyredenler bu gibi kareleri de hatırlarlar.
Dondurmacıya ulaştığımızı, kamyon durduğunda anlardık. Sonra tente açılır ve teker teker külahlar dağıtılırdı. O an dondurmayı dağıtan kişi, dünyanın en iyi insanı oluverirdi.
Tabi ki haziran sıcağına, kapalı ortamın harareti de karışınca, dirseklerimize kadar akan dondurmayı, ağzımıza gözümüze bulaştırarak yemek, yine o an için dünyanın en büyük lezzetlerinden biri haline dönüşüverirdi.
Şimdi ne zaman kırmızı bir doç görsem, o güzel bayram günleri ve o harikulade dondurmalar gelir aklıma. Sanırım herkesin bu gibi hatıraları vardır. Birşeyleri görünce, duyunca veya kokusunu alınca aklına gelen, tebessüm ettiren. Özlenilen.
Son olarak şunu belirtmek istiyorum: Büyükler çocuklarını köylerine götürmeli, bazı şeyleri özlemelerini sağlamalı. Toz toprak, bitki, hayvan görmeli çocuklar. Ama hayvanat bahçelerinde veya korularda değil. Bizzat köylerde. Kendi köyünüz yoksa, bir tanıdığınızın köyünde iki üç gün kalıp, çocuğunuza o ortamı gösterin derim..
Hamiş: Bir de o kırmızı doçun fotoğrafını bulabilseydim. :)