Sayfalar

Perşembe, Mayıs 31, 2007

ben köyümü özledim

Bir süreliğine (10 gün kadar) buralarda olamayacağım. Döndüğümde daha verimli olabilmeyi ümit ediyorum.

Cuma, Mayıs 18, 2007

Kara bahtım kör tali(h)im

Deryadan âb istemiş olsam serab olur

Ger altuna yapışsam o saat türab olur
Zâti
(Denizden su istemiş olsam serap olur,
eğer altına yapışsam o saat toprak olur)


Hayatın içersindeki pekçok gailelerimiz hem kesb ü gayretimiz ve hem de rızkımızın kesildiği, talihimizin elverdiği kadarıyla olup bitmekte. Kimi zaman çok istediğimiz şeylere kaderin seyrinde sahip olamazken, kimi zamansa harika fırsatlar çıkıverir karşımıza.
Yani talihimiz kah kuş olur konar omzumuza, kah kör ve sağır olur, gülmez yüzünü.
Talihle ilgili iki tane hikaye yazmak istiyorum. İlki Tıkandı Baba'yla ilgili rivayet edilen hadisedir. Şöyle ki:
Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.
Tıkandı baba, çay getir, tıkandı baba kahve getir..
Bu durum Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş. Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi? Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba.
Anlat baba anlat merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi. Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;
Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. "Benimki de onlarınki kadar aksın" diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden " Onlarınki kadar akmasada olur, yeter ki eskisi kadar aksın" dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.
Tıkandı baba' nın anlattıkları Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına ;
Hergün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz.
Ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba'ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış , bakmış baklava nefis. " Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim" diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken "Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim" demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya
Taze baklava, güzel baklava ! Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelirmi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi "Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım" demiş. Tıkandı baba da Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı baba'dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan; "Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi mi?" demiş. "Geldi sultanım". "Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?". "Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağolasınız duacınızım."
Sultan şöyle bir tebessüm etmiş. "Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel" deyip almış ve Devletin
hazine odasına götürmüş. Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir, demiş. Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek. Sultan demiş "Senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git, onlar sana ne yapacağını anlatırlar" demiş ve askerlerden birini çağırmış. Alın bu adamı Üsküdar'ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin demiş. Padişahın adamları "peki" deyip adamı alıp Üsküdar'a götürmüşler.
"Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım", demişler. Baba, "Niçin?" demiş. Askerler "Hele sen bir beğen bakalım" demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline "Ne olacak şimdi?" demiş. "Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı" cevabını vermişler. Baba taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş; "Vermeyince Mabut, neylesin Sultan Mahmut."

İkincisi Rüstem Paşa'nın Kanuni'ye damat olmasıyla alakalı. Burdaysa aksine talih kuşu konuyor vezirin başına.
Kanuni kızkardeşi Mihrimah sultanı Rüstem Paşa ile evlendirmeye karar verir. Ancak paşanın düşmanları kendisinin cüzzamlı olduğu dedikodusunu yayarlar. Vaziyet hekimbaşına bildirilir. Hekimbaşı, üzerinde bit barınan bir kimsenin cüzzamlı olamayacağını söyler. Bunun üzerine o zamanlar Diyarbakır valisi olan Rüstem paşanın kıyafetlerini muayene için adamlar gönderilir ve talih bu ya, kıyafetinden bit çıkar ve bu bit sayesinde paşa padişah damadı ve sonrasında vezir olur.
Bununla ilgili bir de beyit söylenmiştir:
Olacak bir kimsenin bahtı kavî, tâlii yâr
Kehlesi dahi mahallinde onun işine yarar.
(Bir kimsenin bahtı sağlam, talihi dost olursa, biti bile yeri geldiğinde işine yarar.)

Hatta tarihçiler bu bit için kehle-i ikbal (ikbal biti) tabirini kullanmışlardır.

Talihiniz açık, bahtınız kavi olsun.

hamiş: Talih kelimesi aslında tâli' idi. Sonu sakin ayın harfiyle bitiyordu. Fakat Türkçede bu harf ve ses olmadığı için, zamanla talih'e dönüşmüştür.


Cumartesi, Mayıs 05, 2007

Perşembe, Mayıs 03, 2007

Bozgun

I
biz bu kentlere sığdık da
bu kentler bize sığmadı asiya
ve bir çığlık gibi günlerin çarmıhında
arttıkça yalnız, sustukça silik…

ay ışığı gölgeleri büyüttü
son kuşlar da vuruldular dağlarda
yakamozları söndü sahillerin, ışıkları evlerin
çağın vebalı gövdesinde
bir hayalet gibi gölgemizde yalnızlık

kaldık…kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi…

II
düşler artık ölü çocuklar doğuruyorsa
sevgiler boğduruluyorsa kürtajlarda
ve daha eskimemiş tüfeklerle
ordusu bozguna uğramış askerler gibi kalıp
bozuk paralar gibi yuvarlanıyorsak kaldırımlarda
bir bedeli vardır elbet cennetini çaldırmanın
ömrünü piç bir bebek gibi
bırakmanın
bulvarlara
bozgunlara
ve yanlış yalan aşklara;
bir bedeli
bu kuşatmaların, ilkyazları kurşunlatmaların…

*
biz bu kentlere sığdık aslında
bu kentler bize sığmadı asiya
ah son kuşlar da vuruldular dağlarda!

III
ay ışığı gölgeleri büyüttü
mutluluk oyununda geç kalan ölü kuşlara geldim
geldim…kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi

ve ömürlerimizde bin kasvetle upuzun
sefalet seferlerinin ayazı
belki de yalnız gezeceğiz artık kimbilir
batan gemiler gibi yiten aşklardan geride
kalan her kışı, güzü ve yazı

ay ışığı gölgeleri büyüttü
ayrılıklar eskidi…biz eskidik
aşk bize küstü asiya…

IV
belki de uzun sürecek bu bozgunun saçağında
sen şarkılarını sesine yasla
ve bırak beni de usulca
bir apansız yalnızlığa!

ay ışığı gölgeleri büyüttü
büyüdü ölüm
ve biz küçüldük asiya…

Yılmaz Odabaşı