Sayfalar

Pazar, Ocak 28, 2007

Mim düşmüşler ismimizin yanına..

Bir mimlenme serüvenine dahil edilmişiz Telvin tarafından. Oyun bozanlık yapmayalım biz de katılalım madem.
Bir takım sorulara cevaplar vermemiz gerekiyor:

Niye yazıyorum?

Yazmak benim için eski bir alışkanlık idi. Bir iki yıldır yazmıyorum diyebilirim.
Zaman zaman bencilce bir rahatlama vasıtası; bazan bilgilerin paylaşımı; kimi demlerdeyse bir mecburiyet... diyeceğim geliyor, fakat tam da fikirlerimi yansıtmıyor bu cevap.
Yazmak oldukça girift bir eylem..

Ne isterim?

Gerçek manada insanlığa, müslümanlara faydalı bir insan-ı kamil olabilmek. Sanırım önce kendinden başlamak gerekiyor.

Vazgeçilmezi?

"Hiç kimse vazgeçilmez değildir."
Vazgeçilmez olansa (veya öncelikli) mukaddesâtım.

En mutlu olduğu an?

Babamın Türkiye'ye gelip ona kapıyı açtığımız ve o tatlı gülümsemesini gördüğüm anlar.

Beğendiği bir yeri?

Ben bu sorudan "bir mekan"ın kastedildiğini farz ve hatta zannederekten şu cevabı vereceğim:
Benim için en özel, ruhumun huzur bulduğu, uzletgahım: Süleymaniye... diyorum.

Cuma, Ocak 26, 2007

Hepiniz Hrant’sınız, Hepiniz Ermenisiniz!

Güncel konuları yazma alışkanlığı olmayan bir tarihçi, böyle bir konuda yazılı olarak fikir beyan etmekten utanır. Bu yüzden tarihçi, tipik bir kara (toprak) insanıdır. O, yazdığı şeyin zeminini kayalıklar üzerine oturtmayı sever. Çünkü, tarih kadar, kendi yazdıklarının da tarihsel devamlılığını dilemektedir. Yazılı düşünceler içinde zamansal depremlere en dayanıklı olanı onu eserleridir. Düşüncelerin, kişlerin, toplumların ve dönemlerin cesetlerini kefenlemek kağıtla yapılmaktadır. Ve bu defin işlem sırasında tarihçiler, ölülerini mürekkeple yıkarlar. Bundan olsa gerek, bütün modernliğine, bütün güncelliğine ve bütün şimdiki zamansallığına rağmen her çağ, tarihsel epistemenin kolları arasında okşanmaktadır. Tarihçi tutkuları gereği, bu kendini okşatanların pek nakörce izledikleri ilişkiden arta kalan masalların kaydını geçmektedir. Bu masalları tarih düşmekle kalmıyor, tarihi de yeni kayıtlarla masallaştırıyor.

Ancak, “Aydın” bunun tam tersini yapmaktadır. Aydın, şimdinin, çağın, popülerliğin ve sürmekte olan mevcut değerlerin “tercihli oğlanı”dır. Onun zamanı Güneşin doğuşuyla başlar ve batışıyla son bulur. Ve aydın, bütünüyle tarihin ve tarih düşmanıdır. Kendilerinin yaşadıkları çağ için bütün çağları yıkanlar ve yıktıkları şeyin güncel okumasını ve görüşünü dayatanlar onlardan başkası olmamıştır. Geçmiş bu denli çirkin gösterilmeseyedi, kimse bugüne bağlı kalmazdı. Geçmiş bu denli aşağlanmasaydı, kimse bugünün değerlerine sahip çıkmazdı. Ve geçmişin insanları bizim dışımızdaki varlıklara ve canlılara benzetilmeseydi, bugünün insanlığının bir anlamı olmazdı. “Şimdilik dini”nin havarisi olan aydının peygamberi ve kitabı, bütün peygamberler arasında ve bütün kitaplar içinde her türlü varlıktan ve inançtan yoksun. Yabancı peygamberler kadar onun peygamberinin bir oluş durumu yoktur. Aydın, bizim zihnimizin günlük telepatik uğrak noktalarıdır. Bunlar zorunlu duraklardır. Çünkü çağın geçiş güzargahları yapılırken, önce bu duraklar inşa edilmiştir. Bu denli zamansal olmak, aslında zamandışılığın ve bu denli mekana (duraklara) bağlı kalmak mekansızlığın bugüne bağlı sonsuzluğunu oluşturmaktadır. Bu sonsuz işleyişin gün gün geleceğe doğru fırlatılan, aslında hep tekrarlatılan seyir yolcusu toplum denilen ve tek özelliğinin kalabalık olmasından ileri gelen bir takım kutsal söylemlere inandırılmış, oysa iktidar-söylem tunelinin kabuslarından geçirilen halktır. Aydın, tunel tuzaklarını gösteren süslü işaretler olarak göstergelerin canlandırılmış ışıklı yüzleri gibi toplumun bu parlaklığa dalmasıyla zaman yitirerek tuzağa düşmesine neden olan, ancak yerleri ve doğal varlıkları gereği uyarıcı nitelik taşıdıkları için masum tanıklarıdırlar. Onlar varlık işaretleri değillerdir, varılacak güzargah üzerindeki var sayılmış göstergelerdir.

Gazeteci-yazar Hrand Dink cinayeti, şunu bir kez daha kanıtladı: Türkiye’de aydının toplumu temsili, toplumun aydını temsiline zorunlu kılınmıştır. Bu tablonun en güzel kanıtı: “Hepimiz Hrandız, Hepimiz Ermeniyiz” pankartı oluşturmaktadır. “Her kesin Hrand” ve “her kesin Ermeni” olmasını isteyen Aydın’ın Türkiye’side ortaya çıkan bütün sorunlar ve bütün cinayetler “her kesin Hrand” ve “her kesin Ermeni” olmayışından doğuyorsa eğer, bu aydının toplumu temsili ile, toplumun aydını temsilinden doğan çarpıklıktan ileri gelmektedir. Çok daha önemlisi bu çarpıklık “her kesin her kes olmaya zorlandığı” ve böylece “her kes dışında kendisi olamadığı” bir aydın-toplum ve toplum-aydın sorunundan kaynaklanmaktadır. Kendi toplumundan sürekli “her şey olmasını” isteyen aydın ile kendi aydınından “bir şey olmasını” isteyen toplum arasında tek birleştirci nokta omuzlarda taşınan tabutlardır. 32.000 şehidini omuzlarında taşıyan toplumla, Hrand’ını omuzunda taşıyan aydına aynı acıyı tattıran canilerin “cesaretiyse” eğer; caniler bu cesareti öldürmekten duydukları hazdan değil, toplum ve aydının kendisi dışında her şey olmasından almaktadır. Her şey olunduğu durumunda her şeyin hedefi haline gelinebilineceği anlayışının olmayışı, bu iki gücü temsilin temsili konumuna düşürmektedir. Bu durumda da ne acı ki meydan “tek bir şey olduğu ile övünen canilere” kalmaktadır. Kalabalıklar “yok edilen kutsallarını” gerçek dışı dünyaya (mezara) götürürken, kutsallarını yok eden canileri gerçek dünyada bırakırlar. Bu da canilerin bir tek şey olduklarının gerçeği haline geliyor. Oysa, çağdaş dünyada, daha doğrusu “şimdilik dininde” aydın ve toplum gerçeğin, yani dünyanın yanında yer almaktadırlar; bütün bilimsel ve düşünsel anlayışlara göre. Ve yine çağdaş dünyanın gerçeklik sınırlarını ifade ve düşünce hakları belirlemektedir. İfade ve düşüncenin çağdaş dünyada belirlenmiş en büyük hak olduğu halde, gücün akılalmaz biçimde bütün haklar üzerinde haksız biçimde hak konumuna gelmesinin yine aydın-toplum tarafından savunulmasından, ifade ve düşüncenin her şeye ve her kese bağlı kılınmasından doğmaktadır.

Hrand Dink’in ölümüne neden olan hain saldırıyı bu ülkede haklı göstercek bir tek Allah’ın kulunun olamayacağı konusunda herkes ittifak etmektedir. Bunun, bu ittifakta herkesin yer aldığını fırsat bilen aydınlarca toplumun “her kes olması”na dönüştürülünce, sürekli kendisinden bir şey olmasını bekleyen toplum nazarında aydının ne olduğunu sorgulatmaktadır. Bildiğim kadarıyla, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlık hakkını elinde bulunduran her kes tek bir kimliği paylaşmaktadır. Bu belirlenmiş bir haktır. Bu hak, söz ve ifade hürriyeti kadar biçimlenmiş meşru ve değişmez bir haktır. Bu hak bu ülkede her kese aynı eşitliği öngören toplumsal bir haktır. Bu hakkı çiğneyerek, topluma kendisine verilmiş kimliğin dışında durmasını isteyen aydının haksızlığı bir insanın ölümünün üzüntüsü ile psikolojik bir haklılığa dönüştürülecekse, o zaman haksızların hakları doğrulanacaktır. Bu ülkede herkes bir kimliğin parçası olduğu halde, aydınlar neden bu kimliği herkesin dışına çıkartmak hevesindeler?

Hrand Dink, Ermenistan vatandaşı değildir. Ve yine Hrand Dink anayasal olarak “Ermeni” kimliği taşımamaktadır. Bu yüzden hiç kimse, ama hiç kimse “Herkese Hrnadlık” ve “Ermenilik” kimliğini yükleyemez. Ama acı olan şu ki, bize ancak iki tercih hakkının verilmesidir: ya Hrand ve Ermeni olacağız, ya da katilin yanında yer alacağız. Kendimiz olmamak için her şey olmamız istenen bir aydınlar sınıfına sahibiz. Ve kendimiz olmamak için her şey olmamıza göz yüman bir yönetime sahibiz.

Kusura bakmayın dostlarım, benim kimliğim dışında hiçbir şeyim yoktur. Ne aydınlar gibi sosyete sofralarından tek lokma tatmışlığım var, ne iktidarlar elinden bir yudum su içmişliğim. Ben, siz ellerinizde “Hepimiz Hrandız, Hepimiz Ermeniyiz” pankartıyla rahat cenaze törenleri yapasınız diye cebindeki kuruşları sayarak ona göre gideceği okul ve kütüphaneye en uygun otobüsü seçen, ancak benden kimliğimi talep edenler yüzünden saatlerce trafikte bekleyen, kimliği her gün değişen yaşlı bir kadının bayılarak üzerime düşmesine sadece üzülerek karşılık veren; kimliksizlik yüzünden teröre karşı bacağını kaybetmiş gazisine oturacağını teslim etmemek adına sahte uyur, dalmış, farkına varmamışlık numaraları yapan liseli gençlere nefret besleyen, sokağın ortasında çantasını kapkaçılara kaptıran orta yaşlı bir bayana polisin yapacak hiçbir şeyimiz yok demesiyle içinden öfke kusan, şehrin en işlek sokaklarında uyuşturucu ticareti yapanların eşkıya görünümünden dolayı yolunu değiştiren, param olmadığı için almak istediğim kitapları her akşam kitap raflarından alarak koklamakla yetinen, bütün insanlığa karşı işlenen haince, canice cinayetlerin önüne geçmek için kafasında sanki siz aydınların nazarında bir “bokmuş” gibi mücadele etmek adına masumca planlar tasarlayan; her gün Irak’ta ölen yüzlerce insana, Somali’deki açlığa, Bosna’daki felakete, Karabağ’daki katliamlara, Çeçenistan’daki bir ulusun yok oluşuna bağrı kan ağlayan; ve bütün bu ezilmişlik, itilmişlik, kendini ve yaşamını hiç yaşamamışlık yetmiyormuş gibi birde benden kimliğimi değiştirmemi ve her yıl 24 Nisan günü dünyanın 250 şehrinde toplam 600 milyon kişinin katılımıyla “Katil Türkler”, “Türklere Ölüm”, “24 Nisan: Müslümanları Cehenneme Uğurlamak Günü”, “Büyük Ermenistan’ı Kuracağız”, “Hayalimiz Sizin Ölümünüzdür” pankartı taşıyan bir kimliğin temsilcisi olmamı isteyerek beynime durmadan tecavüz eden haberlerden dolayı tek sosyal eğlencesinin kırık bir antenle ancak birkaç kanala ayarlanmış televizyonunu izlemekten mahrum bırakılmış biriyim. Ve ben, bu ülkede benim gibi yaşayan milyonlarca insandan sadece biriyim. Ve belkide 32.000 insanını ülkesi ve kimliği için teröre kaybeden bir annenin oğlu olmadığım için şanslı biriyim. Şanslıyım, çünkü vatanı için ölenlerden biri olsaydım ve tabutumun arkasında sadece bir grup asker ve ailem yürüseydi ve bir tek aydının elinde “Hepimiz Askeriz, Hepimiz Şehidiz” pankartı olmayazağı yüzünden, bu sahipsizlik ve kayıtsızlık yüzünden sevdiklerimi de kimliksizliğe yenik düşürerek ruhu çarmıha gerilmiş biçimde gitmenin acısı mezarımı saracaktı.

Ve bir inançsızlık göstererek:

“Ağzım kurusun, yok musun ey Adl-i İlahi”

Son Not: Toplumların en büyük günahı UNUTMAKDIR.

Nadir Marmara


Nadir Marmara'ya ve bu güzel yazıyı okuyup, buraya eklememe vesile olan Faruk Bey'e çok teşekkür ediyorum.

Yani biz..


Biz şimdi Ermeni miyiz, biz Hrank Dink miyiz?
Bunun bir anlamı varsa biz "Türk"üz. Eğer hafızamızı hala yitirmediysek..


Salı, Ocak 23, 2007

Pirinç Fındığa rakip olabilir mi?


Eskiden sabah kahvaltılarımızı süsleyen, masamızın baş tacı bir yiyecek vardı: Sarelle. Reklamını hatırlıyorum: Sarelle ye ye yeeee...
Çocuk aklıyla, ondan daha güzel bir kahvaltı lezzeti olamazdı. Yine bakkala girdiğimizde çikolata alınacaksa, öyle çok fazla alternatife sahip değildiniz. Tabiri caizse en baba çikolata tadelle idi.
Yani fındık, uzun seneler çikolatacıların vazgeçilmezi oldu.
Son zamanlardaysa çikolata sektöründe kendini göstermeye başlayan bir ürün var: "Pirinç".
Elbette bu yeni bir şey değil. Pekçoklarımız senelerdir piyasada olan Crunchı bilir. Patlamış pirinçten yapılmış değişik bir tat.
Şimdilerdeyse Eti ve Ülker de bu patlamış pirinç furyasına katıldı. Şimdilerde diyorum, çünkü benim şimdilerde dikkatimi çekti.
Efendim, biz çikolatayı sade, sütlü veya fındıklı yeriz. Bir miktar karamel de olabilir. Öyle pirinç patlağı felan, ne demekmiş.
Geçen yaz fındıklardaki düşük randımana bu sene de kuraklık eklenecek gibi görünüyor. Eğer ağaçlar erken filizlenir ve kırağı çalarsa, fındık yine az olacak. (fındık fiyatları konusuna girmeyelim)
Çikolata üreticileri tam olarak ne yapmaya çalışıyor? Bu bir arz-talep meselesi midir? Halkımız fındık yerine pirinç patlağını mı tercih eder oldu? Yoksa biz bir şekilde arzın, reklamın cazibesine kapılacağız?
Ne var ki bunda diyeceksiniz. Fakat pirincin kendine ait bir sektörü zaten var, oysa fındığın en fazla talep gördüğü saha çikolata üretimi.
Geçenlerde ablamla konuştuk bunu. "Diğerlerini bilmem de biz pirinç patlaklı çikolata yemiyelim" dedi. Kendi adımıza bilinçli tüketici olacağız. Olmak zorundayız, çünkü fındığın kaderi bizi ilgilendiriyor. Bizim kaderimiz değil ama, ortada memleket sorunu var.
Diğer taraftan Samsun-Terme pirinciyle meşhur yerlerden biri. Onu kötülemek de olmaz. Ama herkes yerini bilmeli.
Elbette çikolata yapan amcalarımızın, pirinç sayesinde ürünü ucuza maledip, güzel bir arzla, memleketim insanına sattıklarını pekçoğumuz anlıyoruzdur. Yani ortada fırsatçılık da sözkonusu. "Acaba Ülkerler Zapsularla bozuştu mu" sorular da aklıma gelmiyor değil. (belki de alakası yoktur. bu konuda bilgim de yok :)
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim; patlamış pirinçli çikolata olabilir, ama ben derim ki kalite ve lezzete bakarsan fındıklısını asla geçemez.
Burdan pirinci tercih edenleri esefle kınıyoruz. :)

Hamiş: Ayrıca bugün yeni bir reklam gördüm (veya ben yeni gördüm). Özkan Uğur ve Çağla Şikel'in oynadığı reklam çok hoşuma gitti.
Günde bir avuç fındık iyi gelir. Tabi yerseniz!

Perşembe, Ocak 18, 2007

Kar yağmıyor..

Elimde tutmaya çalıştığım küçücük bir kar tanesine benziyor hayaller. Birbirinden güzel desenleri olan, lakin saniyeler süren saltanatı yine elimin sıcaklığıyla (hayat emaremden dolayı) yok olup giden..
Hala hastayım. Bir de neden hala kar yağmıyor...