Sayfalar

Perşembe, Aralık 28, 2006

Fi tarihinde..


Rivayet ederlermiş ki:


"Prizren'de oğlan doğsa adından önce mahlas koyarlar; Vardar Yenicesi'nde doğan oğlan 'baba' diyeceği vakit Farisî söyler; Priştine'de oğlan doğsa diviti belinde doğar."

Yani: Prizren şair membaı, Yenice Farisi ocağı ve Priştine kâtip yatağıdır.

Cuma, Aralık 15, 2006

Tarihten Güzelleme


"Ellerimizi yıkamak saçma birşey. Madem ayaklarımızı yıkamıyoruz."

Fransa kralı XIV. Lui (ö. 1715)

Perşembe, Aralık 07, 2006

Şuaradan..




kıl gibi ince İstanbul yağmuru altında
(edip cansever)
ben sana mecburum sen yoksun
(atilla ilhan)
adımdan gayrısını bilmiyorum
(ahmet telli)
en leylim gecede
(ahmet arif)
ölüyoru(m), demek ki yaşanılacak.
(ismet özel)


Cuma, Aralık 01, 2006

Bedave sirke baldan tatlıdır


Bugün, hani bir umuttur ya, ayın sonlarında da olsa bilet bulurum diye Reşat Nuri Sahnesine gittim. Kapıdaki yazıyla müşerref oldum önce:
"Bir kişi 6'dan fazla bilet alamaz."
Makul bir sınırlama.
İçerisi her zaman olduğundan daha kalabalıktı. Eh bu da normal.

Lakin biletlere olan talep sandığımdan fazla çıktı. Zira listeye göre, merkezi sahnelerde bilet kalmamıştı. Sadece Kağıthane ve G.osmanpaşa'da yer var gibiydi. Sırada beklerken gözüme birkaç oyun kestirdim. Fakat biraz sonra görevli geldi, elindeki kalemle başladı oyunların üstünü karalamaya. Akabinde önümdeki kuyruk yarıya indi. Eh, başka aylara inşallah.

Bundan sonraki ay için tavsiyem:
Biletlerinizi satışa çıktığı tarihten itibaren Ticketturk'den alın. Belki o zaman bir şansınız olur. Tabi site açılır, Şehir Tiyatroları sayfasına ulaşabilirseniz. :)

Pazar, Kasım 26, 2006

İstanbul Krokisi


Bu kroki, Matrakçı Nasuh'un 1533-1536 yılları arasında hazırladığı ve devrin padişahı Kanuni Sultan Süleyman'a takdim ettiği "Beyan-ı Menazil-i Sefer-i Irakeyn-i Sultan Süleyman Han" (Sultan Süleyman Han'ın Irakeyn Seferi Menzillerinin Beyanı) isimli eserden iktibastır.
Kitap bir menzilname. İsmi geçen sefere katılmış olan Matrakçı Nasuh, İstanbul-Tebriz güzergahında bulunan ve ordunun geçmiş olduğu menzillerin krokisini çizmiş ve buralar hakkında çeşitli bilgiler vermiştir.
Yukarıdaki krokiye, eserin tarihine dikkat ederek baktığımızda en kuzeyde Topkapı Sarayı, hemen yanında Ayasofya camiini gördüğümüz halde Sultanahmet, daha aşağılarda Süleymaniye, Şehzade Mehmed gibi pekçok önemli camiin bulunmadığını görürüz. Zira o camiler henüz inşa edilmemişlerdi.
Bu krokiyi yerleştirmemdeki bir diğer maksat şu; daha önceki bir yazıda "İstanbul'un Ortası"ndan bahsetmiştik. İşte bu krokide tam ortanın hafif solunda "Bozdoğan Kemeri" küçük bir yapı olarak gösterilmiş. Şehzade Mehmed Camii ise, burda yok fakat kemerin sağına tekabul ediyor. Demek ki İstanbul'un ortasının gerçekten de belirtilen yer.
Bu değerli yazma eser 1976 yılında Türk Tarih Kurumu tarafından tıpkıbasım şeklinde neşredildi. Satışı da hala devam etmekte. Meraklısına..

hamiş:
Bu arada "Matrakçı" kelimesi ne anlama gelir? diye merak edenlere izahat verelim:
Matrak, sopa, kalın değnek manasında.
Tarihi Deyimler ve Terimler Sözlüğünde şöyle geçiyor:
Lobut'la arasındaki fark, lobut'un ustalar tarafından oynanan oyunda, matrak'ın ise acemilerin taliminde kullanılmasıdır.
Yani Nasuh, matrak talim ettiren bir askerdi. Aynı zamanda minyatür ustasıydı.

Mahi'n-Nükuş Kimdir?


Eskiden cami, medrese, mektep, hastane, çeşme, külliye vs. gibi halkın faydalanması için yapılmış eserler vakıflara bağlı idi. Bu vakıflar vakfiyelere göre idare edilirdi.
"Vakfiye", vakıfta neler yapılacağından tutun da burada çalışanların alacağı maaşa kadar en ince teferruatın yazılı olduğu belgelerdi.
(Fırsatınız olursa, transkribe edilmiş bir vakfiyeyi gözden geçirin, çok ince teferruata inilmiş, yazılış tarzıyla da dikkat çekici eserlerdir)
İşte zaman zaman bu vakfiyelerde bir görevliden bahsedilmektedir:
Mahi'n-nükuş.*
Mahi'n-nükuş, vakfa ait binaların iç ve dış duvarlarına yazılmış her türlü yazı ve şekli silmekle vazifelendirilmiş kişilere denilirdi. Elbette bu temizlik dönemin şartlarına göre olmaktaydı. Kimi zaman temizlenemeyen yerler badanayla kapatılırdı.
Bugünse ne belediyelerin ne de kültür bakanlığının bu göreve tayin edilmiş herhangi bir memuru var. Çok göz önünde ve tanınmış tarihi eserlere de bir tür aşındırma yöntemiyle restorasyon yapılmakta. Geri kalanlarsa kaderlerine terkedilmiş halde.
Yazılan yazılardan hiç bahsetmeyeceğim, bir örneği fotoğrafta var. Zaten hepimizin gördüğü şeyler.

*Mahî: Mahv, kelimesinden gelir. Yok eden manasınadır.
Nükuş: Nakş kelimesinin cem'i.
Buna göre mahi'n-nakkaş, nakşı yok eden anlamına gelmektedir.

Cumartesi, Kasım 25, 2006

İstanbul'un Ortası Neresidir?

Eskiden İstanbul denilince Eminönü ve Fatih bölgesi yani "Suriçi" kastedilmekteydi. Buraya aynı zamanda "Nefs-i İstanbul" ismi verilirdi.

Ayrıca Galata, Üsküdar ve Eyüb "Bilad-i Selase" (Üç belde) adıyla anılırdı ki İstanbul'a bağlı beldelerdi. Hatta buralardan Nefs-i İstanbul’a gidileceği vakit, “İstanbul’a gidiyorum” denilirdi.

İşte o zamanlarda İstanbul'un ortasının, Şehzade Camii'inin Vefa'ya dönülen köşesindeki, fotoğrafta görmüş olduğumuz yeşil somaki mermer olduğuna inanılırdı.

Mermerin bir kısmı zamanla toprak altında kalmış. Halbuki tarihi bir özelliği bulunan ve insanların bundan habersizce yanından geçtiği bu mermerin tamamı meydana çıkartılmalı ve hatta yanına bilgi ihtiva eden bir levha konulmalı.

Ama bir de herkesin gönlünde yatan bir İstanbul ve onun da bir ortası muhakkak vardır. :)

Cuma, Kasım 24, 2006

Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz.


Dilimize girmiş pekçok özdeyiş, atasözü aslında bir zamanlar ne kadar geniş bir coğrafyayı şamil olduğumuzu da işaret ediyor olsa gerek. İşte bunlardan bir tanesi de "Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz." sözüdür.
Esasen buradaki "Ana", "Ane"dir ve Bağdat yakınlarında bulunan bir uçurumun adıdır.
Bilindiği gibi "yar" kelimesiyle "uçurum" kelimesi aynı anlama gelmekti. Yani sözün aslı Ane gibi çetin uçurum, Bağdat gibi güzel şehrin olmayacağına işaret eder.
Bunu galatlaşmış haliyle öyle güzel benimsemişiz ki yine de söz yerini buluyor.
Ama biz yine de işin aslını bilelim derim.

Cuma, Kasım 03, 2006

ÇINARALTI SOHBETLERİ II


KEMANKEŞ SIRRI


Gelip Şevketle Okmeydânı'na tîr attı bin adım
Kemankeşlikte taş dikti hüner gösterdi udvâna
Aynî




Yay ustası Süleyman’ın yanında çıraklık etmeye başladığı zamanlarda, buraya gelen kemankeşlerin sohbetlerini dinlerken kapılmıştı tirendazlık aşkına Çırak Mehmet. Yaylar gerilir, kabza dikkatlice tetkik edilir, muteber oklar yapan ustasının dükkanında hergün mutlaka bir atış taliminden dem vurulur idi.


Atıcılık kadar, kullanılan ok ve yayın seçimi de önemlidir. Zira “Kem âlât ile kemâlât olmaz”.
Yayın ağacı insanın kemiği gibidir. Kemikli yiğitler eski muharebelerde nasıl itibar görüyor iseler, iyi ağaçlı yaylar da öyle makbuldür. Malzemenin kalitelisi araştırılır bulunur. En iyi yaylar Gerede kazasında yetişen akağaçtan, en iyi oklar Hind kamışından yapılır ki, eslâf tecrübe ile anlatmışlardır.
Süleyman Ustanın maharetinden dolayı devrin pek çok kemankeşi buraya gidip gelmiş ve Mehmet vesileyle onları tanımış, sohbetlerini gıpta ile dinlemişti.



Süleyman usta yeri geldikçe: “Yaycının ve okçunun iyisi kendisi de atıcı olandır.” Derdi. Elbet bunun da vakti gelecekti ve bir gün ustasının ardına düşüp Okmeydanının kapısına vardı. Yalınayak, besmeleyle girdi kapıdan.


Fatih, Haliç sırtlarında yaptırdığı bu meydan için “"...üzerine hiçbir şekilde muhdes bina yapılmasın, hayvan otlatılmasın, hristiyan ve yahudi sokulmasın!...Eğer mümkün olursa üzerinde kuş bile uçurulmasın!..." demiş ve o gün bu gündür Okmeydanından nice pehlivanlar gelip geçmiş; nice kemankeşlerin menzil taşları dikilmişti.


Meydan şeyhi olan Binyüzcü şeyhten destur alındı ve kepaze kabzasıyla, kemankeş ustasının gözetiminde talime başladı Şakirt Mehmet. Binyüzcü şeyh, meydanın görmüş geçirmiş ihtiyar pehlivanı, kanun üzre “sâkımı müstakimden ayırabilecek, hüsn ile kubhu fehmedebilecek idrak ve fikir erbâbı” bir zattı ki sözü dinlenir, sözünü dinlemeyenin havasına varılmaz, “yolsuz” addedilirdi.


Burası meydan-ı âdâb. Çünkü Resûl-i Zîşân buyurmuştur ki: "İki ok arası Cennet'ten bir parçadır". Adab-ı meydan üzeredir burada her şey. Okmeydanına abdestli ve besmeleyle ve yalınayak girilir. Her kul müsâvidir bu kapıdan geçince. Yani ki âlâ da birdir, ednâ da. Hatta gün olacak, sadrazam gelecek ve "Pehlivanlar, Sadaretim İstanbul'da kaldı. Bugün sizcileyin bir pehlivanım, beraber söyleyelim" deyiverecektir.


Mehmet heyecanla başladı talimlere. Kepâze kabzasını (kabza: yayın tutma yeri) geremeyen kepâze olurdu mazallah. Acemi okçuların talim etmek için kullandıkları, çocukların bile çekebilecekleri gevşeklikteki kepazeli, kolay çileli (yay kirişi) bu yayla başlamıştı talime. Vücut önce kepazeye alışır, bol bol “çile” çekilirdi önce. Mehmed, ilk günler usul üzere 66 kez çekmişti kepazeyi. Üstâdı bu sayıyla başlatmıştı zira. Ne bir eksik ne bir fazla. Zira 66, ebced hesabıyla Allah ism-i şerifine tekâbul etmektedir. İlk atışa böyle bir kudsiyetle başlanır. Sonra bu, yüze, iki yüze, derken bine kadar çıktı. Ustası hep aynı nasihatı söylüyordu: “İdmanı bir gün bırakanı, kemankeşlik on gün bırakır.” İyi diyordu da iyi olmasına, bir de şu “Kemankeş sırrını” fısıldasaydı ya kulağına. Elbet sırdı, kemankeş olandan başkasına denilmezdi. Bari ipucu verseydi a. Böylece Mehmet de iyi atışlar yapabileceği o tüyoyu öğrenir ve namlı bir kemankeş oluverirdi.


Bir yandan kepaze talimine devam ederken, diğer taraftan elleri ve kollarının mukavemetini arttırmak için günde on defadan başlayarak avuçlarını mermere vuruyordu. Osmanlı tokadı dedikleri böylece mi meşhur olmuştu acep.


Kemankeş olabilmek için, dört tirendaz ile ayak ve hava yerlerini ispat etmek şartıyla, oku haki ile 800, peşrevle 900 gez menzile (594 m) vâsıl olan şakirde menzil açmaya ve açılmış menzilleri bozmaya ruhsat verilirdi.


İşte bu şekilde meşk yerini bulup 900 geze ok atabilmesi lazım gerekti Mehmet’in. Ancak o zaman okçuluğa hak kazanır, icazet alabilirdi.


İki çeşit ok atışı vardı bu meydanda: Menzil (mesafe) ve puta (hedef) atışı. Rivayete göre Ayasofya camiye çevrildiğinde, içindeki kıymetli putlar Okmeydanına getirilip hedef olarak kullanılmış ve o gün bu gündür hedef atışlarına “puta” atışı ismi verilmişti.


Ne babayiğit tirendazlar gelip geçmişti bu meydandan. İsmi dillere destan Tozkoparan İskender bunlardan biriydi. Hikayesi dilden dile değişik şekillere anlatılırdı.


Bu rivayetlerden birine göre, İran'dan Bahtiyar namında meşhur bir pehlivan gelir. Padişah önünde "münteha" yaylar çekip ve "ayineler vurup" büyük hünerler gösterir. Padişah:
-Bizde buna galip kimse yok mu?
Diye sorunca, etrafındakiler:
-Birkaç gün mühlet veriniz de arayalım, derler ve en güzide atıcılarla, okçuları toplayarak yaptıkları müzakere neticesinde, birkaç kantar çeken bir top taşına demir halka yaptırarak Bab-ı Hümayun'dan içeri koyarlar.


"Her kim bu taşı kaldırırsa büyük ihsan var" diye ilan ederler. Pekçok kişi denediği halde kimse taşı bir karıştan fazla kaldıramaz. Acemi oğlanlar arasında Bakraç oğlanı olan İskender, buradan geçerken taşı kaldırmak için uğraşanları görür. Bakraçları yere koyup, külahını beline sokar ve taşın halkasına yapışarak, üç defa göğsüne kadar kaldırıp yere bırakır. Padişahın burada bulunan gözcüleri kendisini alıp huzura götürürler ve:
-Padişahım! Bizde derman yoktur. Eğer bir toz koparırsa bu kulun koparır!
Derler. Padişah:
-Göreyim seni Tozkoparanım!
Diye bin altın ihsan eder ve İskender Okmeydanı Tekkesine götürülür. Kendisine üstadlar tayin edilir ve altı ay çalışarak idman yapar. Ayrıca sol kolu üstüne yatmasın diye iki adam da geceleri sabaha kadar başucunda nöbet tutar.


Sıkı çalışma neticesinde İranlı pehlivanla padişah huzurunda müsabakaya çıkarlar. İskender İranlının "münteha yayları üzerine bir kavi yay zam" ile çeker; "darp vurduğu ayinelere bir ayine daha ilavesiyle darp vurur."


Padişah İranlı pehlivana pek çok ihsanlarda bulunur ve:
-Var imdi, iyi gördüğünü söyle, diyerek memleketine yollar.


Hikayeyi anlatanlar yine rivayet eder ki güneydoğrusunda 1281,5 geze (845,7 m.) atış yaparak rekor kıran Tozkoparan, son nefesinde, Bursalı Şüca nam pehlivanın rekorunu kıramadığı Lodos menzili için “Ah Lodos menzili..” diyerek ölmüştü.


Atış tâlimi abdestsiz olmaz. Yay çekilirken: “Ya Hakk” denir veya tekbir getirilir.


Bir pehlivan menzil atmaya niyet edince, evvela ihtiyarların yanına gider ve "İhtiyarlar duanız ve izninüz ile müstahikk isem fülan menzile talibim "der ve ihtiyarlar da pehlivan "müstahikk" ise ve ondan az yay çeken başka talip yoksa izin verirlerdi. Eğer bu yolda tâlip varsa pehlivana:
-Sabreyle!


Derler, ihtiyarların izni olmadıkça "âlâdan, ednâdan" kimse menzile duramazdı. Durursa havacılar ve pehlivanlar havasına gitmezlerdi. Havasına varmak, ok atacak kişiye rüzgarın yönünü bildirerek, daha iyi ok atabilmesini sağlayan bir rehberlikti ki, zaman zaman okla yaralanma tehlikeleri dahi vardı. Bu işi yapanlara “havacı” tabir olunurdu.


Adına menzil taşı dikme ihtimali bulunan okçular, ayak taşının dibinde durdukları sırada, yanlarındaki üstad kemankeşlerden biri dua ederdi. Ok en ilerideki menzil taşını geçerse:
-Nur ol, sana söz yok elhak atmışsın.


Diye hakkı teslim edilir, meydan şeyhi hazır ise bizzat, değilse muteber bir tirendaz Fatiha ve üç İhlas-ı Şerif okur, Salavat getirilir, kemankeşler piri ve geçmişlerin ruhlarına hediye edilir, bir ağızdan tekbir getirilerek Fatiha okuyan zat ile diğer kemankeşler sağ el ile menzile düşen oka el vururlardı. Hazır ise kemankeşin üstadı, değilse bir ihtiyar yahut menzil sahiplerinden biri oku yerden alarak:


-Mübarek ola!
Diyerek sahibinin eline teslim ederdi.


Ustaya riâyet çok mühim mesele idi. Şakirt Mehmed bunu böyle bilmişti. Ustasının sözünden ne fazla ne eksik eylerdi. Yine öğrenmişti ki: "Üstadsız bir nesne kemal ve idrak olunmak muhaldir."


Günlerce sürmüştü tâlim. Bir sabah, kemankeş ve havacıların huzurunda 900 gezi geçtiğinde, ustası şeyhe haber etmiş ve Şakirt Mehmet de kemankeş namzedi oluvermişti. Lakin bunun da bir usulü vardı ki buna kabza merasimi ismi verilirdi.


Beklenildi ve kabza günü gelip çattı. Tekkede usta kemankeşler, meydanda meraklı halk. Önce şeyhin dualarına aminler edildi. Sonra kemankeş namzedleri geldi huzura.


Şeyh, Mehmet’e sordu:


-Sen kabzaya tâlip misin?


Temenna ile talebini bildirince, şeyh usulden olan suallere başladı:


- “Ayağa durdum(ok atış yeri) ve mahallinden aşırı ok attım” diye dava ediyorsun. Ayak şâhitlerin var mı? (Şakirtler talim yaparken kendilerini izleyen havacı ve kemankeşler).
O esnada vekilharç “Ayak şahitleri” diye nida edince, iki kemankeş meydana gelip şeyhin önünde durdu. Şeyh devamla:


-Bu tâlip ayağını ayak yerine düz bastı mı?
-Bastı
-Destar bozulduğunu gördünüz mü?
(900 gez’i geçtiğini)
-
Gördük.
-Böyle şâhit misiniz?
-
Şahidiz.
Bunun üzerine vekilharç hava şâhitlerini çağırdı.
Şeyh sordu:
-
Bu tâlibin okunu mahallinden aşırı kondurdunuz mu?
-Kondurduk ve destar bozduk.
(mahalli geçince havacılar ellerindeki destarı fırlatırlar böylece mesafenin geçildiği anlaşılır)
-
Böyle şâhit misiniz?
-Şahidiz.


Şâhitlerin kabulü dinlendikten sonra Şakirt Mehmet huzurda makluben diz çöktü. Yani çilesi yerde, kabzası havada duran yaya karşı diz çöküp, sağ elini yayın kabzasına koydu. Yayı hemen kaldırdı ve bu durumda iken önce kendi sağ elinin üstünü, sonra şeyhin elini öptü. Ustası böyle öğretmişti. Şeyh:


-Götürün üstadına kabza versin!


Diye izin verince Şakirt Mehmet bu defa, üstadının önüne geldi, diz çöktü ve bunca zaman kendisine talim ettiren, hayatı boyunca hürmetle yâd edeceği emektar kemankeşin elini öptü. Üstadı sol eliyle kabza altından yayı, sağ eliyle Mehmet’in sağ elini tuttu, dua etti ve:


-Bu kabzayı bana üstadım verdi; ben dahi emaneti sana teslim eyledim. Sen de talip olan kabza aşığına bu minval üzere hayır dua ile teslim et!


Diyerek kabzayı Mehmet’in sol eline verdi. İşte o mühim an gelmişti. Şimdi ustası kulağına kemankeş sırrını fısıldayacak ve böylece Mehmet de Tozkoparan İskenderler, Şuca’lar gibi rekor atışlar yapabilecek, menziline taşlar dikilecekti. Bu sır öyle bir sırdı ki kemankeşlerin bütün mahareti bu sırdan gelmekteydi besbelli. Yoksa onca savaşlarda namdar okçular dört bir cihete ok atıp, düşmanın dudağını nasıl uçuklatıyorlardı? Elbet bir sırrı vardı bunun ve işte şimdi ustası kulağına o sırrı fısıldayacaktı. Mehmet heyecanla bekledi üstâdını.
Ustası kabzayı Mehmet’e uzatırken kulağına eğildi ve şöyle deyiverdi:


“Vemâ rameyte iz rameyte velâkinnellâhe ramâ”


İşte sır bu idi. Kemankeşlerin kimselere söylemediği ve ancak kabza merasimiyle öğrenilen sır. Enfas sûresinin 17. âyeti.


Manası: "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah(c.c) attı.”




Salı, Ekim 17, 2006

Gelip geçer zaman ve biz eksiliriz..


Kirazlı Mescit sokağı
Bir sokak, yoksul İstanbul'dan
Aklımda bu dizeler
Geçtim bir ikindiüstü ordan
Ataol Behramoğlu
Kendi kendime keşfedişimin üstünden tam 10 sene geçti. İstiklal'den geçerkenki bütün o yabancılık hissine mukabil, çok tanıdık, hiç görmediğim ama aşinası olduğum o eski devirlerden kalma bir sokak. Kirazlı Mescid Sokağı.

İsmini mütevazı mescidinden alan, neredeyse cumbalarında yaşmaklı İstanbul hanımlarını göreceğiniz, içine girseniz lavanta, naftalin kokularını duyabileceğiniz metruk ahşab binalarıyla, yıkıldı yıkılası bir tarih aralığı.
Kirazlı Mescid için zamanın artık donduğunu zannetmiştim ilk gördüğümde. Ama yine zamanın kendisi, bunun mümkün olmadığını gösterdi. Öyle ki geçen on yıl zarfında hep aynı soruyla geçtim bu sokaktan: "Bu sefer hangisi yıkıldı acaba?"
Muhtemelen: "İstanbul'un ahşapevlerinin güzelliğiyle insanı mest eden sokağıdır. Süleymaniye'ye gidilirse gezilip görülesi bir yerdir.." tarzında ifadeler yer alan gezi kitaplarının yeni baskılarında ibareyi şöyle değiştirmeleri gerekecek:
Kirazlı Mescit Sokağı: Bir zamanlar ahşapevleriyle meşhurdu. Ancak şimdilerde kaçak yapılar ve otoparklar yüzünden bu binaların hiç biri ortada kalmamıştır.
Üzgünüm. Çünkü, iki sene önce harap haldeki resmini çektiğim bir bina otopark sevdasına yakılmış.

Tam mescidin karşısında. Oraya üzgün üzgün bakarken, caminin imamı geldi ve "Ben burası için hergün ağlıyorum" deyiverdi.
Belki birileri bütün bu hüznü yersiz ve abartılı bulabilir ama, ne zaman İstanbul'dan birşeylerin eksildiğini görsem, bir yakınımı kaybetmişçesine matemlenirim.
Mevtayı nasıl bilirdiniz..

Salı, Ekim 03, 2006

Çınaraltı Sohbetleri I

ŞEHR-İ SULTAN İÇİNDE SULTAN-I ŞEHR

Sad şükr gelen mâh-ı şerîf-i ramazândır

Hakk’ın niâm u rahmeti mebzûl-i cihândır


11 ayın cürmünü 1 ayda mağfirete tebdil ettirmek için bir gayrettir çabalarız. Zira şehr-i Ramazan sultandır ve sultanlar kapısından boş çevirmez kullarını. İhsanı bol, merhameti çokçadır.

Bir de yaşlılarımızın sık sık kullandığı şu cümle vardır: "Nerde o eski ramazanlar?" Sahi, biz böyle cümleler kurabilecek miyiz ilerde?

Şimdi onların zamanından da değil, çok daha eski İstanbul ramazanlarından bahsedelim. Hani o okudukça masal sandığımız eski günlerden.

Müjde! Hilâl göründü

Her şey rü’yet-i hilâl (ay'ın görülmesi) ile başlardı. Bunun tespiti başlıbaşına bir merasim, ayrı bir heyecandı. Vazife, İstanbul kadısına aitti ve kadı’nın mahiyetindeki büyük bir heyet, Şaban’ın 28. gününden itibaren rü'yet-i hilalin müjdesini beklerdi.

Evvela hilalin zahmetsizce görülebileceği yüksek bir yere çıkılırdı. Süleymaniye, Eyüb, Edirnekapısı, Cerrahpaşa, Fatih camilerinin minaresi bunun için en uygun yerlerdi. Vazifeli memurlar buralardan hilalin görünüp görünmediğine bakar, eğer göründüyse kadıya haber verilirdi. Şahitlerin şehadetiyle Ramazanın başlangıcı i'lam olunur, akabinde kadı büyük bir ziyafet tertip ederdi.

Böylece Ramazan resmen başlamış olur, Topkapı Sarayı’nda bulunan Ramazan topu senede bir kez olmak üzere bu haberi vermek için atılırdı. Camilerin kandilleri ve mahyalar yakılır, davulcular müjdeli haberi halka duyururdu.

Ramazanla beraber şehre büyük bir renk ve canlılık gelirdi. Geceleri ışıl ışıl olan şehirde, gündüz çarşılar insan akınına uğrar; esnafın Ramazana has hazırladığı tezgahları dolup taşardı.

Mesela şekerciler parlak kalaylı küplerini, yaptıkları frenk üzümü, ananas, vişne, kayısı, gül, kızılcık, ceviz, ünnab, erik, ayva, koruk, portakal, turunç reçelleriyle doldururlar; yine özel kaplara humas, limon, bergamut ve ilh. şerbetlikleriyle menekşe, ağaç çileği, demirhindi, nar ve emsali şuruplar koyarlardı.

Tesbihçiler armudî, tam yuvarlak, uçlu, yuvarlak, yarım beyzî yumurta biçimi isimleriyle şekillerini târif ettikleri nafe, mum, öd, pelesenk, kuka, gül, tırnak, bağa, yeniçıkma, sürtaşı, kehribardan otuz üçlük, doksan dokuzluk tesbihlerini perdaht ve çekmecelere istif ederdi.

Devlet daireleri ve okullar Ramazan boyunca öğleden sonra açılırdı. Akşamüstüyse şehri bir oruç rehaveti sarardı.

Sahurda bereket ve sıhhat vardır

Müjdeli haber alındıktan sonraki ilk sahur elbette daha heyecanlı geçerdi. Ramazanın güzelliklerinden biri olan “bekçi baba”lar güzel manileri, maharetli davullarıyla her gece halkı sahura kaldırırdı.

Besmeleyle çıktım yola

Selâm verdim, sağa sola

A benim devletli efendim

Vakti şerif hayrola

Sahur yemeği iftara nispetle oldukça hafif olurdu. Gece kalkan hamarat hanımlar hamurlar yoğurur, gözleme yapar, peynirler, söğüşler, kazandibi çörek, pilav vs. ile masa donatılır, ayran veya hoşaf içilirdi. Sonrasında “niyet ettim Allah rızâsı için Ramazan orucu tutmaya”..

Buyurun dostlar Halil İbrahim sofrasına

İftar sofraları, masada yemek yeme usulünün geliştiği 19. asırda bile yerde kurulurdu. Kocaman sinilerin üstüne zarif işlemeli örtüler serilir, tam ortasına konulan büyük tepside çeşit çeşit tatlı-tuzlu iftariyelikler olurdu. Şimdilerde aperitif dedikleri bu hafif yiyecekler, gün boyunca aç kalmış mideyi yemeğe hazırlamak için bir başlangıç mesabesindeydi.

Neler olurdu bu iftariye tepsisinde: Hurma, zeytin, yeşil zeytin, sele zeytini, beyaz peynir, kaşar peyniri, çerkes peyniri, kaşkaval peyniri, dil peyniri, kaymak peyniri, tulum peyniri, gül reçeli, mürdüm reçeli, ayva reçeli, vişne reçeli, kayısı reçeli, çilek reçeli, incir reçeli, şimdi unutulmuş olan asmakabağı, frenk üzümü, ceviz, patlıcan reçelleri, tütünlük pastırma, kuşgönü pastırma, kıraç pastırması, ev sucuğu, salatalık turşusu, karanfilli soğan turşusu, kebereli patlıcan turşusu, simit, pide, çörek, ünnap, balık yumurtası.. Bütün bunlar mevsimine göre çeşitlilik arzederdi.

Öncelikle Anadolu-Rumeli Hisarları, Yedikule'den iftar toplarının atılması beklenir, ardından zemzem suyuyla oruçlar açılırdı. İftariyeliklerle mide yemeğe hazırlandıktan sonra sininin ortasına nihale konulur ve sırayla yemekler gelmeye başlardı.

Evvela çorba. Ardından etlisi, sebzelisi, böreği, hoşafı, en son tatlısı. Yemeklerin biri gider biri gelirdi.

Sözgelimi bir yemek tablasının üstünde, dört çeşit çorba, pirzola, tavuk, bir et yemeği, bir iki çeşit sebze, börek, pilav, sütlü tatlılar, mevsim meyveleri olurdu.

Elbette bu bahsettiğimiz şeyler her bütçeye göre değişirdi. Ama illaki Ramazanın bereketi en fakir sofrada bile hissettirirdi kendini.

İftar saati uzarsa, arada namaza kalkılır, sonra tekrar devam eden fasıl, teravihe kadar devam eder, bu süre zarfında kahveler içilir, sohbetler edilirdi.

Dişinizi yorduk, bu da kirası

Bizde misafirler her dem baş tacıdır. Hele Ramazanlarda, davetli-davetsiz her kim geldi ise, onu en iyi şekilde ağırlamak, en güzel yemekleri yedirmek ev sahibinin mühim bir vazifesidir. Bilhassa büyük konaklar ve köşkler Ramazan boyunca kapılarını halka açardı. Yani eğer iftar saatinde bunlardan birine girip sofraya otursanız, kimse size "sen kimsin kardeşim" diye sormazdı.

Misafir güzelce ağırlanır, teravihe gitmek üzereyken hane sahibi tarafından kadife keseler içerisinde gümüş tabaklar, kehribar tesbihler, oltu taşlı ağızlıklar, gümüş yüzükler “diş kirası” olarak hediye edilirdi. Fakir fukaraya ise, hane sahibinin zenginliği ve cömertliğine bağlı olarak, gümüş akçe veya altın paralar bir kadife kese içerisinde diş kirası olarak verilirdi.

Yani: “Geldiniz, teşrif buyurdunuz. Bize misafir olup, yemeklerimizden yiyerek dişlerinizi yordunuz. Vaktinizi ayırdınız. İşte bu da kirası.”

Bir de mükellef olmayan çağdaki çocukların tuttuğu orucu satın alma âdeti vardı. Mesela çocuk oruç tuttuğunda evdeki bir büyüğü bunu 1 gümüş akçe karşılığında satın alır ve böylece çocuk oruca teşvik edilmiş olurdu.

Ramazan geldi hoş geldi, cümleye neş’e geldi

Asıl hareketlilik teravihten sonra yaşanırdı. Herkes kendi zevkine, meşrebine göre farklı bir eğlence seçerdi.

Mahya seyri ayrı bir keyifti. Ramazanın ilk günlerinde “hoş geldin ya şehr-i Ramazân”, “merhaba”larla teşrifat yapılır, son günlerde “el-firak”, “el-veda” ibâresiyle veda edilirdi. Mahyacı 15. günden sonra maharetini gösterir, minârelerin arasına gerdiği ipin üstüne kandillerle gül, karanfil, lale resimleri yapar; hadisler, ayetler yazardı.

Direklerarasının hâlâ âbâd olduğu günlerde, tabir-i hal ile "en favori mekanlar" Şehzadebaşı'dan Direklerarası'na kadar olan muhitti ki halk akın akın buralara gelirdi.

Araba piyasaları, canbazlar, meddahlar.. Rengarenk dükkanlar.

Ramazana has tiyatro kumpanyaları pek bir rağbet görür, tiyatroların önünde uzun kuyruklar olurdu.

19. asrın ikinci yarısından sonra İstanbul kıraathanelerle tanışmaya başlamış ve buralar da Ramazan boyunca vakit geçirilen mekanlar halini almıştı. Ziyâretçiler hem kahvelerini, nargilelerini içerler, hem de gazete, kitap okurlardı. Orta oyunu kurulur, kimi yerlerde saz heyetleri fasıl yapardı.

Her gece sahur vaktini davullarla haber veren bekçi babalar, Ramazanın on beşinci gecesinde, bayramın ilk sabahında davulunu çalarak ve maniler söyleyerek ev ev dolaşırdı. O anlarda çocuklar pencerelere, kapılara koşuşular, söylenen manileri zevkle dinlerlerdi.

Ağbani sarıklı, poturlu bekçiler bu on beşinci gecede ellerinde fener, yanlarında manici, zamana zemine göre maniler düzerek bahşişler toplarlardı.

Bize geldik size geldik,

İnci mercan dize geldik.

Başlar tacı iki gözüm

Arzeyledik size geldik.


Bu aya sultan ayı derler

Kaymak ile baldan yerler

Ezelden âdet kılınmış

Bekçiye bahşiş verirler.

El-Firak

Ramazan’ın 15. gününden itibaren şehir daha da hoş bir havaya bürünürdü. Yine bu günde Topkapı Sarayındaki Hırka-i Saâdet, padişah ve teşrifata dâhil zatlar tarafından ziyaret edilir; diğer taraftan Hırka-i Şerif Camii ziyarete açılır, halk, Resulullah’ın mübarek hırka ve sakal-ı şerifini tekbir ve tehlillerle ziyaret ederdi.

Bir diğer önemli gün Ramazanın 27’si idi. Bu gecede minarelere kaftan giydirilir, yani külahından şerefesine kadar dizi dizi kandillerle adeta duvağa büründürülürdü. Yine bekçi babalar davullar çalıp bahşiş toplayarak, bin aydan hayırlı Kadir gecesini haber verir, câmilerde özel merâsimler tertip edilirdi.

28. günden itibaren arife havasına girilir, mahyacılar gönüllerin dili olan sözleri minarelere nakşeder, belki bir top arabası resmi yapılır ve nihâyet bu güzel aya veda edilirdi.

Sultanların şehri İstanbul’da şehirlerin sultanı Ramazan, her sene artan veya eksilen, değişen âdetleriyle böylece gelip geçerdi. Ve galiba her devirde: “Nerde o eski Ramazanlar?” diyen bir eski toprağın serzenişine şâhit olunurdu.


Cuma, Eylül 29, 2006

En büyük asker bizim asker


Bizde adettendir, askerlerimizi davullu zurnalı, düğüne uğurlar gibi göndeririz. Vatan borcu namus borcudur.

Bugün 1914 tarihli Harp Mecmuası'nı incelerken önce bir şehit listesi çıktı karşıma sonra şu beyt:

Bu toprağı Türkün kanı yoğurdu
Annem beni bugün için doğurdu

Aradan nerdeyse bir asır geçmiş. Değişmeyen birşeyler var hala..

Çarşamba, Eylül 27, 2006

Şol Dünya

.
Dünyayı çok sınadık bir bûyimiş
Kamu âlem varlığı bir hûyimiş
Kaplan aslan ejderhâlar cümlesi
Kaynağında ecelin âhûyimiş

Kadı Burhâneddin

bûy: korku, tamah.
kamu: bütün
hûy: tabiat, mizac. (aynı zamanda bir "hu" çekecek kadar. bir hu(y)luk)
ahu: ceylan

Pazartesi, Eylül 25, 2006

Ramazan ve Hırka-i Şerif Ziyaretleri*

Topkapı Sarayındaki Hırka-i Saâdet odası her sene ramazanların on ikisinde Enderunluların temizleme manasına kullandıkları bir tâbirle (pars) edilirdi. Bu münâsebetle (Hırka-i Saâdet) ve diğer emânetler Revan Köşküne nakledilir. Hırka-i Saâdet odasının tozları alınır, şebekenin içi, duvarlar gül sularına batırılmış süngerlerle silinirdi.
Ramazanların on beşinci günleri Hırka-i Saâdet odasında Peygamberimizin hırkası dinî bir merâsimle ziyâret edilirdi. Ata Tarihi bu ziyâret hakkında diyor ki: (Salât-ı zahrdan iki saat evvel padişah, has odalılarla beraber girerlerdi. Has odalılar Hırka-i Saâdetin gümüşten mamul yaldızlı büyük sandukasını gümüş sehpa üzerinden alarak şatrancvârî birbiri üzerine konulmuş som sırmalı ve sâdeler üzerine vaz’ ile nezd-i hümâyûndaki altın anahtarla açılarak derunu münevverine olan 7 adet ağır harir yeşil kadife üzerine som sırma ve inci işlemeli, ekli şeridli bohçaların şeridleri çözüldükte üzerinden açılır iki kanadlı altından yapılmış çekmece yani ikinci mahfazası gene padişahta bulunan altın anahtarla açılır ve bütün has odalılar huzurda bulundukları ve imam-ı evvel ve sânî efendilerle ağalardan olan hasoda imamı ve daha sadâsı güzel müminler ayakla fasılasız Kur’an-ı Azim-i Şan tilâvet eyledikleri halde iptida halife ve sonra işaret buyurduğu sair zatlar tarafından da ziyâret ve telsim edilip ziyâretin sonunda Sanduka-i Saâdet padişah ile mahall-i muhteremine konulur.)
Bir zamanlarda bu ziyâretler esnasında Hırka-i Saâdetin eteği içi su ile dolu bir kazana batırılır, sonra bu sudan teberrüken şişelere doldurulup mühürlü olarak devlet ricâline gönderilirdi. Böyle bir şişe suya mazhar olanlar bunu (zemzem-i şerif) gibi tazim ederler ve oruçlarını bununla iftar edip, şifâ umarlardı. Bu âdeti II. Sultan Mahmud kaldırtmıştı.
Hırka-i Saâdet ziyâretine teşrifata göre dâhil olan devlet ricâli, vezirler, ulemâ ve saray erkânının bu merâsime dâvetleri, katılışları da şöyle olurdu:
Her sene ramazanın 14. günleri kethüda bey vezirlere, Şeyhülislâm efendi tarafından gönderilen defter mucibince de mektubî kalemi, İstanbul kadısına kadar bütün ulemâya nakibüleşraf efendiye ve selâtin camileri şeyhlerine dâvetiye tezkereleri yazarlardı.
Çavuşbaşı ağa da, Yeniçeri ağasına defterdar efendiye sipahi ve silâhtar ağalarıyla cebeci, topçu, arabacı başağalara tezkereler yazar ve bütün bu dâvetiyeler divan çavuşlarıyla sahiblerine gönderilirdi.
Ramazanın on beşinci günü dâvetliler namazdan sonra Babüssaâde önüne gelip (Kubbe-i hümâyûn) tarafındaki yerlerine, ocaklar ağavâtıyla otururlar ve sadrâzamın gelmesine intizar ederlerdi.
O gün Şeyhülislâm efendiyi evinden reisülküttab efendi alıp doğruca Ayasofya Camiine getirir ve bu haberi alan Sadrâzam da Bâbıâli’den kapı takımıyla çıkıp camiye gider ve Şeyhülislâmla beraber namaz kılardı. Namazdan sonra (haberci çavuş) dâvetlilerin (Bâb-ı Hümâyûn)dan girdiklerini bildirir ve Sadrâzamla Şeyhülislâm kapı ricâlinin önüne geçerek topluca saraya giderlerdi
Kendilerini orta kapı haricinde (Rikâb-ı Hümâyûn) ağaları karşılarlar ve atlarından inince Sadrâzamın sağ tarafına (bostancıbaşı), sol tarafına (mirahur-ı evvel), Şeyhülislâmın sağına, (kapıcılar kethüdası) ağa ile soluna (mirahur-ı sânî) ağa geçer ve koltuklarına girip Babüssaâde’ye doğru götürürlerdi.
Babüssaâde’ye yaklaşırken Sadrâzamla, Şeyhülislâm, ağalar tarafından istikbal olunurlar, burada Sadrâzamın sağ koluna Babüssaâde ağası sol koltuğuna (hazinedar başı ağa), Şeyhülislâmın ise sağ koltuğuna (kilerci başı ağa) sol koltuğuna (saray-ı cedid-i âmire ağası) girerlerdi.
Babüssaâde’ye varıldıktan (silâhdar-ı şehriyarî ağa) çelenleri karşılar ve Sadrâzamın sağ koltuğuna geçer, sol koltuğuna da (hâs odabaşı ağa) girer, Şeyhülislâmın koltuklarına da (hâs odalı ağalar) girerlerdi.
(Arz odası) geçildiği gibi diğerlerine izin verilir ve rütbe sırasıyla vezirler, südur-ı kirâm, ulemâ, mirimirandan ise Kaptan Paşa, sonra meşâyih-ı kirâm, Yeniçeri ağası, defterdar efendi, reisülküttab efendi, çavuşbaşı ağa, tezkere-i evvel ve sânî efendi, mektubî efendi, baş bakı kulu ağa, mâliye tezkerecisi efendiler, teşrifatçı Babüssaâde’den girip (Hırka-i Şerife) odasına varırlardı.
Herkes tamam olunca imam-ı evvel ve sânî efendiler Hırka-i Şerife’nin bulunduğu sandukaya mukâbil durarak birer aşir okurlar, sonra sanduka bizzat Padişah tarafından açılarak Hırka-i Şerife’ye yüz sürülme müsâadesi verilirdi.
Merâsime sadrâzamdan başlanır ve sırasıyla şeyhülislâm, vezirler, sudur-ı kirâm, kaptan paşa, yeniçeri ağası, defterdar efendi, reisülküttab efendi, çavuşbaşı ağa ve tezkere-i evvel ve sânî ve mektubî efendiler, baş bakı kulu ağa ve maliye tezkerecisi efendi ve cizye baş bakı kulu ağa ve çavuşlar kâtibi efendi ve emini badehu sipah ve silâhtar ağalar, sonra cebeci, topçu, arabacı baş ağalar, haremeyn müfettişi ve muhâsebecisi ve şehremini ve yazıcı efendi, teşrifâtî efendi, teşrifat kesedârı birbirlerini tâkiben merâsime iştirak ederlerdi.
Sonra gene gelip herkes yerlerinde durur ve meşâyih-i kirâmın her biri (Sanduka-i Şerife) mukabiline varıp iptida duâ ve sonra (ruhsude-i tekrim) eyleyerek dönerlerdi. Sonra Valide Sultanın kethüdası ve rikâb-ı hümâyûn ağaları Hırka-ı Şerife yüz sürerler ve bunu tâkiben Padişahın işaretiyle herkes dışarı çıkıp yalnız sadrâzam, şeyhülislâm ve vezirler kalırlardı. Bu esnâda dışarıda Enderun-ı Hümâyûn hademesinin toplandığı haberi gelince evvelâ vezirler sonra şeyhülislâm ve en nihâyet de sadrâzam, Hırka-i Şerife odasını terkeder ve içeriye Enderunlular girerlerdi.
Sadrâzamla şeyhülislam saraya gelişlerinde olduğu gibi aynı merâsimle gene koltuklarına girilmek suretiyle uğurlanırlar ve orta kapıdan çıkınca (esbi saba reftarlarına) süvar olurlardı.
Hırka-i Şerife odası kapısından girilince tam karşı duvarın köşesinde Hırka-i Şerife sandukası bulunur ve padişah bunun arkasında dururdu.
Bu köşe, kapıdan sonra gelen ocaktan biraz içeri olmak üzere ve ortadaki sütuna kadar iki parça perdeyle örtülürdü. Perdenin içinde padişah, önünde sanduka, sonra sadrâzam ve şeyhülislâm dururlar. Padişahın sağ tarafını da gene perde içinde olmak üzere Darüssaâde ağası, silâhtar ağa ve Enderun ağaları alırlardı.
Şeyhülislâmın altında ve aynı hizâda vezirler yer alırlar ve bunlar perdenin dışında kalırlardı, odanın ocak ve sandukaya mukâbil duvarının kenarına da ulemâ dizilir ve bu hat İstanbul kadısıyla nihâyetlenirdi. Sonra oda kapısının açıldığı duvar kenarında da yeniçeri ağası, defterdar efendi, reis efendi, çavuşbaşı ağa, tezkere-i evvel ve sânî, mektubî ve teşrifâtî efendiler yer alırlardı. Kapıdan perdeye doğru olan mesâfede de şeyhülislâm efendiler dururlardı.
Hırka-i Şerife yüz sürüldükçe sadrâzamla silâhtar ağa üzerlerinde:
Hırka-i Hazret-i Fahr-i Resule
Atlas çarh olamaz bayi endaz
Yüz sürüp zeyline takbil ederek
Kıl şeh-i ümeme arzı niyaz,
yazılı tülbendleri hırkaya sürüp (ruhsune edene) verirlerdi. Merâsimin hitamında yüz sürülen mahal altın maşrapa içinde yıkanıp saklanır ve hırkanın ıslanan yeri de öd ve anberle kurutulurdu.
Mübârek emânetlerin bulunduğu dâireye (Hane-i hassa) denilirdi. Buranın hususî memurları, muhafızları vardı. Enderun bekçiliğini yapan kırk hademe (Has odalılar) diye anılırdı.
Hırka-i Şerif ziyâretlerinde sadrâzam tarafından has odalılara para dağıtılırdı. Sadrâzam o gün has odalılara dört yüz, iki nefer Hırka-i Şerife nöbetçi ağalarına altmış, çizme nöbetçisi ağasına kırk, şeyhülislâm çizme nöbetçisi ağaya yirmi dört, nefer şilteci ağalara otuz, bostancılara on, beş neler has odalı lalalara iki yüz, tülbend ağasına elli, miftah ağasına elli, baş çuhadar ağaya elli, pişkerî ağaya elli, ikinci çuhadara kırk altın verirdi.
Aynı gün teşrifâtî efendi eliyle de ak ağalar kapısında, kapı ağasına on beş zülüflü baltacılara sekiz, orta kapıcılara on beş, ak ağalara altı bölük basılara altı, kapıcılar kâtibine iki, dolayıcıya sekiz, baklava dağıtanlara beş, beyaz külâhlıya üç, meydancılara iki altın çıkınlar içinde tevzi edilirdi.
Hırka-i Şerif ziyâret günü, yeniçerilere de baklava verilmek mutaddı. O gün Orta Kapı tarafından mutfak emini, aşçıbaşı vesâir mutfak hademesi toplanır ve her ocağa (bermucib-i defter) baklavaları dağıtılırdı.

*Asırlar Boyunca İstanbul isimli kitaptan iktibastır.

Cuma, Eylül 01, 2006

Bu Bağ-ı Faninin Gülü, Elbette Fanidir Heman..


Ben şimdi hangi alemi seyrediyorum ki, diller taş. Sözler taşlara râm olmuş.
Kâselerde meyveler ikram ediliyor. İri ve olgun narlar, üzümler, elmalar, taş.

Eğer şah-ı cihan olsan
Felek kaddini bükmez mi
Kara yerde türab olduk
Sana ibret bu yetmez mi

Demet demet çiçekler, lâle, zambak, karanfil, taş. Bir yanına güller takılı serpuşlar. Kimi Serdengeçti, kimi Yûsufî, Mevlevî, Kâtibî, hep taş...
Hû çekiyor kimi derinden, ve “Ya Hû!...”
Kelâmullah’ı nakşetmişler gönüllerinin ortasına. Kimi tâlik, kimi sülüs, kimi divânî, taş:
“Küllü men aleynâ fânin”, “Küllü şey’in hâlikun illâ vechehu”...
Merhûm, kimi merhûme.. Konuşuyorlar, sözlerini işitemiyorum. O vakit yine taştan neferler dikiliyor karşıma.
Başlarından bâd-ı ecel esmiş, âb-ı ecel imiş son azıkları, kimi şirpençe idim, kimi vebâydım, kimi müzminim deyip geçiyor.
Bir taş dokunuyor yüreğime. Destârında gonca gül, ana-baba ıstırabı hala kıvrımlarında, figân etmekte inceden inceye:
“Nevcivânım uçtu cennet bağına”.
Sonra diğeri, şükûfeden tacıyla meskûn bir köşede, gencecik bir hanım:

Emr-i hakkla türlü emraz geldi benim tenime
Bulmadı sıhhat vücudum sebeb oldu mevtime

Bir âlem ki burası, göz daha ilk adımda gördüğünü haber vermekten ferâgat eder. Dem çeker bülbül seherden sabaha, güller açar, sümbüller bakışır, serviler sarar dört bir yanı, serviler ki elif-endam... Itrî bir hava, derinden derine esen rüzgâr, kumruların mahzûn cıvıltıları, uzaklarda bir yerlerde sakince akan suyun şırıltısıyla mest olurken, her adımda ibret, her adımda huşû, karşıda İstanbul’un hayret verici güzellik manzarası ve ölüm yâd edilir her adımda.
Nâmını hayr ile andırmaya eyle himmet
Âleme geldiğine bir taşı terk etme delil
Taşı da, nakşını da mahv eder eyyâm amma
Ebedî, elsinede daim olur zikr-i celil

Perdenin indiği zannedilen bir anda, perdeler kalkar burada ve hala perde var bilirim bakışlarımda.
Bir âlem ki bu mekân, başka bir âlemin kapısıdır. İşte şimdi ben o ilk âlemin dahî sathında yol alıyorum ki, Hüve’l-Baki diye diye bekler kulları, Hüve’l-Hayy ellezi la-yemut...

Salı, Ağustos 29, 2006

Muhammes

Bu gülistânda benimçün ne gül ne şebnem var
Bu çârşûda ne dâd ü sitem ne dirhem var
Ne kudret ü ne tasarruf ne bîş ü kem var
Ne kuvvet ü ne taayyün ne zahm ü merhem var
Bu kârhânede bilsem neyim benim nem var


Bu kârhânede bir başka kâr ü bârım yok
Ne varsa cümle anındır bir özge vârım yok
Cihâna gelmede gitmekde ihtiyarım yok
Benim benim diyecek elde bir medârım yok
Bu kârhanede bilsem neyim benim neyim var


Vücûd âriyetidir hayât emanetdir
İbâde dâ’i-i mülk iddiâ-yi şirketdir
Kulun vazîfesi teslîmdir itâatdir
Bana kulum dediği lütfdur inâyetdir
Bu kârhanede bilsem neyim benim neyim var


Benim fakîr-i tehî-dest cûd Hakkındır
Adem benim sıfâtımdır vücûd Hakkındır
Zuhûr ü hesti vü bûd ü nebûd Hakkındır
Temevvüc-i yem-i gayb ü şühûd Hakkındır
Bu kârhânede bilsem neyim benim nem var


Teayyüşüm kerem-i sofra-i atâdandır
Teneffüsüm nefes-i rahmet-i Hudâdandır
Vezâifim der-i in’âm-i Kibriyâdandır
Revâtibim ni’am-i matbah-ı kazâdandır
Bu kârhanede bilsem neyim benim neyim var


Nasîbsiz alamam rızkı huşk ile terden
Ne asumân ü zeminden ne bahr ile berden
Gelir mukadder olan denlü nukre vü zerden
Ziyâde kabzedemem rızkımı mukadderden
Bu kârhanede bilsem neyim benim neyim var


Sabâhı şâm ü şeb-i tîreyi nehâr edemem
Hevâyı ateş ü âb âbı hâksâr edemem
Sipihri sâkin ü kûhsârı bîkarâr edemem
Hazânı kendi murâdımca nevbahâr edemem
Bu kârhanede bilsem neyim benim neyim var


Tecelliyât-i Hudâdır açılsa çeşm-i şuûr
Tasavvurât-i avâlim teceddüdât-ı umûr
Bürûz-i genc-i hafîdir bu lücce-i pür-şûr
Bu kârü bâr-ı İlâhî bu tumturâk-ı zuhûr
Bu kârhânede bilsem neyim benim nem var


Gehi tehî vü gehî pür hazâin-i imkân
Suver-nümâ-yı nevîn şişe-hâne-i devrân
Garîb meyve-feşânlıkda Nâbiyâ her ân
Bu köhne bağ-i perîşân hevâ-yı ru-be-hazân
Bu kârhanede bilsem neyim benim neyim var


Perşembe, Ağustos 24, 2006

Geçmiş Zaman Oldur ki

Fatih Sultan Mehmed
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa
28 Mehmet Çelebi
Makbul İbrahim Paşa
Dall Mehmed Çelebi
Lala Hasan Paşa
Hürrem Sultan
Kösem Sultan
ilh..

Peki ya siz geçmiş zamanda yaşasaydınız lakabınız ne olurdu?

Cumartesi, Ağustos 12, 2006

BİR BEYAZ KAĞIDA NE YAPILABİLİR*



kötü ışıkladındırılmış bir vitrin var. içeride sadece ölü çocuk olmasını umursayan müşteriler var. dışarıda sadece çoğu arap çoğu türk çoğu insan yani eninde sonu hep insan var. ramallahta ali var, ustamın kızına bakarım diyen şair var. o topraklara öyle yakışır ki top mermileri, geceleri gökyüzü ışıldar, gündüzleri bir sürü şiir var. gündüz de olsa, gece de olsa hanzala var. bir tek hanzala var. o cesetlerin bizim için önemli olması sadece çocuklara ait olduğundan mıdır nedir, çok çocuk cesedi var. o çocuklar yerine babalarını defnetseler iplemeyecek dimağlar var.


savaş var. ölü var ve de ölüm var. ölümden korkmayan insanları anlamaya çalışmadım hiç. olur ki anlarım diye korktum. olur ki ben de korkmam ölümden. insan bence korkmalıdır ölümden. korkmalıdır ölmekten. korkusuna rağmen göze alacaksa işte o zaman almalıdır. bir ayağı diğerinden kısa olduğu için değil, bir ayağı diğerinden kısa kalacak olsa da, yani bu kısalığa rağmen koşmalıdır yada koşmaktan korkmalıdır.

savaş var, ölmek var. izleyen var, seyreden var. yavşak sağcılar var, içinin yandığını söyleyen koca götlü solcular var. severadım koşan çocuklar da var ama. bir hanzala var sadece. bir hanzala var koskaca savaşta yıllardır dik durabilen.

büyükelçilerimiz var, dahası devletimiz en büyüğü var. evet var. cephedeki siyonist askerleri besleyen ay-yıldızlı kimlik taşıyanlar da var. arkadaşlarımız var, ay-yıldızın ne anlama geldiğini bilmeyen arkadaşlarımız var. bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır dizesini yanlış anlayan ahmak arkadaşlarmız var. rengini şehitlerin kanından almış bir bayrağı, üzerine çocukların ve kadınların ve babaların dahası masumların kanlarıyla birlikte arkadaşlık adına aynı yere dikenler de var. birlikte yemek yiyenler var, devletimiz var çok şükür, devletimizin büyükleri de var hamd olsun.

ve fakat bütün raslantıları reddeden hanzala var. yaralı yarasız sevdaları var. bir beyaz kağıt var sadece dimdik durabilen, bir beyaz kağıt var bir mucizeyi anlatan. en büyük kahramanı bir beyaz kağıt üzerindeki karikatür olarak duran bir halkın ölüleri elbette çocuklar olacaktır, bunu bilmeyenler var. var. var.

sokaklarımıza ne kadar sevdiğimiz adamlar varsa onların isimleri verdik. sevdiğimiz çok adam var. hiç bir şey alıp hiç bir şey veren adamlarımız var. onların her sokakta ismi var.sırtını israile değil adı ahmet olanlara, mustafa olanlara, recep olanlara, nejdet olanlara, yusuf olanlara dönen bir hanzala var. bize dönen hanzala var. çocuklar var diye dövünen yeni yetme gençler var. sayfalarına ölü çocuk fotoğrafları koyarak tatmin olan bloggerlar var, hiç bahsetmeyenler de var. israil türkiye parlementolar arası dostluk derneğine meclisin yarıdan fazlası üyeydi ve bir kısmı geçen hafta içinde istifa etti. ama hala üye kalmayı tercih edenler var. bu zulum bu sevda bitmez diyen ahmaklar var. kentlerde hukuk okumaya, memleketi kurtarmaya gelmişler var. hanzala var ama sadece. sadece sırtını dönen bir kahraman var.

kendine ait değil, başkalarının küfürlerini mırıldanan dudaklar var. kendi aşkını değil başkalarının sevdalarını yaşayan kalpler var. kendi acısını değil başkasının derdini sızlayan yürekler var. şimdi başkalarının değil, kendi duruşunuzun nasıl olduğunu merak ediyorum. başkalarının vitrininden aldığınız sloganları değil, gözlerinizin çektiği fotoğrafları merak ediyorum.

soru şu: bir beyaz kağıda ne yapılabilir?

bir balon çizilebilir, bir uçak yapılabilir, belki bir uçurtma, bir mektup da yazılır aslında, ya da bir karikatür. artık sizin elinizden ne geliyorsa...

beyaz kağıtlarınızı yada anlatımlarınızı bekliyorum.

*Faruk Bey

.

Perşembe, Ağustos 03, 2006

Bir Var Bir Yok


Bende Mecnun'dan füzûn âşıklık isti'dâdı var
Âşık-ı sâdık benem Mecnun'un ancak adı var
(Fuzuli)

Gerçek hadîs imiş bu kim hûbun vefâsı yok
Kim sevdi hûbu kim dedi hûbun cefâsı yok
(Nesimî)


1. beyit:
Bende Mecnun'dan daha fazla âşıklık kabiliyeti var.
Asıl sâdık âşık benim, Mecnun'un sadece (olsa olsa) ismi var.

2. beyit:
Gerçek bir haber duydum ki (sahih hadise atıf) sevgilinin vefası yokmuş.
Her kim güzel sevdiyse (bilsin ki); güzelin bir eziyeti yoktur.
Burada şöyle bir açıklama getirmek istiyorum: Önceki beyitte vefası yok derken, sonrakinde cefası yok diyerek, kendi sözünü tekzip etmiş. Yani demek istiyor ki: sevgili vefasız da olsa, onun kötü gözle bakması bile âşık için bir iltifattır. Sevgili kızsa âşık gücenmez, yüz vermese, bu âşık'ın ona olan sevgisini arttırır. Bu yüzden güzele seven için, çektirdiği hiçbir şey eziyet olamaz.
(Başka bir bakış açısıyla: Cemal-i ilahiye ulaşmak isteyen kişinin dünyadaki eziyet ve cefalara sabrettiği, "Haktan geldi, çekeriz" hükmünce sabrettiği ifade edilmektedir.)

Ayrıca ikinci beyte şöyle bir virgül koyarsak mana değişir:
"Kim sevdi hubu, kim dedi hubun cefası yok"
Güzeli hakiki manasıyla sevebilen var mı? (Hem) Kim dedi güzelin cefası yok. Onu bulmak, ona ulaşabilmek adına çekilen eziyetler cefa değil midir? (Burada tasavvufi bir mana çıkarabiliriz. Mürid'in seyr-i süluk yolunda çektiği eziyet, aşk..)


Çarşamba, Ağustos 02, 2006

Yine Yeşillendi Fındık Dalları

Şu sıralar haberlerde Orta Karadeniz halkının protestolarını görmekteyiz. Etliye sütlüye karışmayan, zamanı geldi mi fındığını toplayan üretici Zapsu'nun maketini yakacak, slogan atacak, yürüyüş düzenleyecek kadar sinirli.
Her sene fındık fiyatları bir polemik olmuştur zaten. Fakat bu sene fiyatların bu kadar aşağı düşürülmesi bardağı taşırdı.
Karadenizli olmayan fındık ihracatcısı Zapsu, "aganigi-naganigi" reklamlarıyla takdirleri toplamışken, şimdilerde bu fiyat meselesinin kötü adamı konumunda.
İnşallah fiyatlar yükselir. Eh ne de olsa bizim de evimizin önünden itibaren her taraf alabildiğine fındık bahçesi. Tabi yanlış anlaşılmasın, kendimden önce çiftçileri düşünüyorum. :p
Samsun'a son gidişimde (önceki hafta) taze fındık yedik. Özlemişim. Bu da ayrı bir tartışma mevzuudur. Giresunlu bir arkadaşım: "Fındık taze yenmez!" deyip durur. Elbette fazla yenilirse mideyi ve bağırsakları bozuyor ve lakin taze fındık gibisi de yoktur. Kurusundan daha çok severim. Kendisi bölgesel fındık üretimi açısından bizden daha kıdemli olduğu için sözüne itibar etsem de taze fındıktan vazgeçmem. Tavsiye bile edebilirim. Yiyin gaari..
Hele o fındık harmanının ortasına oturup yemesi gibi yokdur.
Toplamaya sıra gelince; eğer kafadar bir grup insan varsa çok eğlencelidir. Bir iki kişi dalları silkeler, diğerleri yan yana sıra halinde toplarlar fındığı. Bir kişi mütemadiyen kabları çuvallara boşaltır. Radyo varsa arkası yarın, yurttan sesler korosu vs. dinlenir. Yoksa biri başlar türkü söylemeye diğerleri eşlik eder. Arada fıkralar anlatılır, fındık toplama yarışı yapılır. Kardeşim gibi bir cani varsa, civardaki yılan, kertenkele, farelerin canına okunur.
Sonra şırıl şırıl derenin yanına gidilip, yere örtülen büyükçe bir kilime yemekler dizilir. Yenilir içilir. Hatta derenin o harika sesi eşliğinde hafif de kestirilir.
Akşam ezanına kadar çalışmaya devam edilir. Arada bir de sakalar çay getirdi mi deymeyin keyfe.
Sonra toplanan fındıklar öküz arabasına konulur. Gıcırtılı seslerle giden çuvalların tepesine oturulur. Öküzlerin o kadar yükü nasıl çektiğinin felsefesi yapılıp, ilk 20 m.de arabadan inilir. (tabi bu eskidendi, şimdi avluda süsten başka bişey değil o emektar araba. Traktörler sağolsun)
Yine yeşillendi fındık dalları ve ben köyümü özledim.

Salı, Ağustos 01, 2006

Kültürümüzün Bakanlığı

Biliyorsunuz kültürümüze sahip çıkan (!) bir bakanlığımız var. Yalnız değinmek istediğimkonu sahip çıkıyor mu çıkmıyor mu değil.
Kültür bakanlığının yayınlarıyla ilgili birşeyler yazmak niyetindeyim.
Sevgili pek muhtereme sanatkar ablamla ne zaman Babıali yokuşunu arşınlasak, uğramadan edemediğimiz yerlerden biri de Dösim'dir.
Özellikle mimarlık ve sanat tarihi, şehir kitapları hoşuma gider Dösim'in. Bir ara isimleriyle şehir kitapları vardı hatta. Daha neler neler vardı ya..
Ne zaman gitsek, elimiz boş çıkmazdık.
Son gidişimizde ise bazı değişikliklerle karşılaştık. Farklı yayınevlerinin kitapları konulmuştu raflara. İyi güzel.
Fakat K.B.nin kendi yayınlarından Balkan ve Kafkas edebiyatına dair eserler, tanıtım kitapları, ansiklopedik eserler vs. dışında birşey yoktu.
Görevlilere sebeb-i hikmetini sordum. "Bundan sonra böyle" dediler.
Osmanlı Döneminde İstanbul Deniz Ulaşımı ve Kayıkçılar isimli bir kitap alabildim sadece. Onca kıtlığa rağmen yine de kar.
Burdan, Kültürümüzün Bakanlığının yetkililerine sesleniyorum: Eskiden olduğu gibi güzel kitaplar neşredin lütfen..!

Hamiş: Hangi şehre gezmeye giderseniz gidin, K.B. yayınlarını satan bir yer muhakkak olur. Mutlaka gitmenizi tavsiye ederim. Büyük şehirlerde kitap kurdu çok olduğundan güzel kitaplar tükenirken, Anadolu'da bazan çok güzel şeylerle karşılaşıyorsunuz. Samsun ve Rize'de bizzat yaşamıştım. Ehline..

Cumartesi, Temmuz 29, 2006

Derlermiş ki..


"Gözden uzak olan gönülden de ırak olurmuş."
Yalan!

Gönül bağına milim fasıla giremez ki gözden ayrılıklar ırak kılsın yakını.


"Ayrılıklara alışılırmış." Yalan!

Her ayrılık, bir öncekinden taze hasret, bir öncekinden derin özlem.

Cuma, Temmuz 28, 2006

Evvel zamaneden bir kelam-ı meşhur


"Aşıktan evvel maşuk'a düşer şerâre-
i aşk"


Aşçı Dede'nin Hatıraları


Risale-i Tercüme-i Ahval-i Aşçı Dede-i Nakşî Mevlevî

Çok yönlü bir sufinin gözüyle son dönem Osmanlı hayatı

Hatırat veya seyahatname okumayı sevenler için oldukça hoş bir kitab Aşçı Dede'nin Hatıraları.

Tarih kitaplarında ağırlıklı olarak siyasi tarih anlatılır.

Oysaki geçmişte dedelerimizin günlek hayatını, gailelerini, endişe ve sevinçlerini, adetlerini hatırat türü eserlerle öğrenebiliyoruz.

Her ne kadar bu eserler tek başına tarihe kaynaklık edemese de yazıldığı dönemindeki sosyal ve kültürel hayatı tanıma ve anlama yolunda oldukça faydalı ve bir o kadar zevkli kitaplardır diye düşünüyorum.

Aşçı Dede'nin Hatıraları da son dönem Osmanlı hayatını ve bu dönemde meydana gelen değişmeleri, tasavvuf erbabı bir memurun kaleminden okuma imkanı sunmakta.

Memuriyetinden dolayı pekçok şehirler gezen Aşçı Dede'nin dört ciltlik hatıratı, tanıtım yazısında ifade edildiğine göre Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinin ikinci versionu mesabesinde imiş.

Kitap sadeleştirilmediğinden Osmanlıca sözlüğünüzü de yanınızda bulundurmanızı tavsiye ederim. Aşçı Dede sufi olduğu için, beyitlere yer verdiği gibi, aşk uşşak kelimesini, tasavvuf mefhumlarını bol bol kullanmış. Tasvirlerinde zaman zaman abartılar, sıkıcı ayrıntılar bulunmakla beraber; insana olan muhabbeti, ağırbaşlı, mülayim yorumlarıyla aşıkmeşreb bir Osmanlı efendisini dinlediğinize hükmedersiniz.

Mustafa Koç ve Eyyüp Tanrıverdi'nin hazırladığı kitap, Kitabevi tarafından neşredildi.

Perşembe, Temmuz 20, 2006

Ve vuslat ..:)


Baki kalan bu kubbede hoş bir sada imiş..


Meclislerde kahvenin ikram edildiği zamanlarda söylendi söz:

"Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane.."

İkramlar değişti, insanlar değişti, ama bahaneler hep aynıydı. Muhabbet istendi ve lakin öyle bulunmaz cevher idi ki artık dost, ne sözün değeri kalmıştı, ne meclisin.

Tam da böyle bir zaman diliminde vakanüvisler tarih düştüler (bu ben oluyorum :p). İsa'nın doğumundan 2006 sene 7 ay 19 gün sonra, nam-ı esbak Asitane'nin güzelce bir yerinde, üç kimesne bir araya geldi ki sohbetin, muhabbetin hassü'l-ehassına şahit oldu cümle müşterek msn ehli. :)

Hepatit Ze hanımın elceğizleriyle yaptığı ikramların tadını, Çin Kamışı hanımların neşeli hali daha da bir tatlandırdı. Sonra gelsin çaylar, çıtlasın çekirdekler. Yüzler pür-neşe, gözlerde sürur. Gönüllerde samimiyetin vefalı çarpıntısı.
Çayın demine nispet, koyu demli bir muhabbettir sardı mekanı. Karnımız doydu da elhamdülillah, gönlümüz doymadı yaran'a.
Tekrarını en yakın zamanda ısrarla talep ediyoruz efendim.

Hamiş: Msn'de bizi yalnız bırakmayan sevgili dostlarımız, inanın neşemize neşe kattınız. ;)

Pazar, Temmuz 16, 2006

Felenburlar çiçek açtığı zaman...


Çoktan döküldü ya mis kokulu çiçekleri, ben ıhlamurları anlatacaktım bir dem. Çamlıca'ya çıkarken, yolun iki tarafından sarkmış sarılı yeşilli beyazlı felenburları. Nasıl da çocukluğuma gittim geldim, onu anlatacaktım.

Sonra bir ibtila. Nerede ağaç topluluğu görsem başım havada ıhlamur arıyorum. Bir de bakıyorum Süleymaniye'nin bahçesindeler. Bu defa çiçekleri dökülmüş.
Yine çocukluğa uzanan zaman yolculuğu.

Rahmetli dedem ağaçta. Dalları buduyor. Ta ki tepesinden başka yeşil bir tarafı kalmayana dek. Felenburu budarsanız, ertesi sene yine taze sürüm verir. Felenbur, yani ıhlamur.

İstanbul'daysa yayalar ve ağaçlar var. Ağaçlar gölge yapıyor. İnsanlar gelip geçiyor altından.

Ihlamur ağaçları geniş dallı burada. Yine de mis kokulu. Gelip geçen görsün diye pek bir yayılmış. Ama nafile.

Dedemin budadığı dallardan çiçekleri toplardık. Önümüzde kulaklı sepetler. En fazla çiçek olan dalı kapma telaşı. Kimin sepeti önce dolacak yarışı. Ah o koku yok mu. Dönüp dolaşıp takılıyor dimağıma. Ciğerlerinize işler.

Hatıralar görüntü kadar kokuyla da canlanıveriyor işte.

Sonra o ıhlamurlar naliyelere (seren) götürülür, güneşin çıplak yüzünü görmeden bir güzel kurutulur.
Hasta olmayı beklemeden, sabah kahvaltısında kaymak ve minci (çökelek) karışımına eşlik eder. Değmeyin keyfimize işe o zaman.

Sonra gün gelir şiirin içine karışıveren sözlere dönüşür. Vefa da olmasa ahde:

Ihlamurlar çiçek açtığı zaman
ben güneş gibi geleceğim her dar kapıdan
kimseye uğramam ben sana uğramadan
kavlime sadığım, sadığım sana
takvim sorup hudut çizdirme bana

ben sana çiçeklerle geleceğim

ıhlamurlar çiçek açtığı zaman.
(Bahattin Karakoç)

Pazartesi, Temmuz 10, 2006

Atma Türkü Atarum Yüreğuni Yakarum..


Sene 1999. Anavatanım Mapavri'ye ilk gidişim. Mapavri, Çayeli ilçesinin eski ismi. Rumca. Senelerce babavatanım Samsun'a gittiğim halde benimseyememişken, kendimi Rizeli hissediyorum bu ilk gidişle. Belki atavatanım Batum'a yakınlığından naşi, genlerime işlemiş bir aşinalıktan dolayı. Veya insanının sıcaklığı, tabiatının güzelliğinden..

Bu memlekette fıkra söylenmez, bizzat yaşanır. Gülmekten çeneniz ağrır. Kendi kendinize, "yahu ben bu kadar gülen biri miydim sahiden" diye sormaya başlarsınız.

Yine böyle eğlenceli bir akşamda, "atma türkü nasıl atılır?"ın cevabını tatbiki olarak anlatmak istediler sevgili ev sahiplerimiz. Hayat'a inildi (evin bahçesine). Karşılıklı iki grup olundu. Başladılar atışmaya. Hem de baya destekli :). İlk başta "ezbere gidiyorlar ya, olur mu böyle" dediysem de yapılan her harekete, söylenen her söze türkü söylendiğini görünce "pes" dedim. Hakkaten "atıyor bunlar".

Meşhur olmuş atma türkü dörtlüklerini kaydetme fikri, tatilden döndükten sonra aklıma geldi maalesef. Rize'ye tekrar gittiğimde bu konuda geniş bir araştırma yapmak istiyorum. Tabi ki başka birçok şey hakkında da.

Daha sonra birkaç akrabadan dörtlükler öğrenip kaydetmeyi ihmal etmedim elbette. Şöyle ki:

Kes kestane dalinu
Bedeninden ayirma
Ver beni sevdiğuma
Daha beni kayurma
*
Ha buradan aşağı
Hep eğreti eğreti
Dünyada sevdani al
Ahirete cenneti
*
Çeyirinin dibine
Üç ağaca üzüm var
Evine iki bekar
Küçuğune gözüm var
*
Ah gidu Karadeniz
Daşti bu yana daşti
Bu gaybana sevdaluk
Başima dertler açti


Pazar, Temmuz 09, 2006

Pazartesi, Temmuz 03, 2006

Bir Var Bir Yok


Ne beyân-ı hâle cür’et ne figâna tâkatim var
Ne recâ-yı vasla gayret ne firâka kudretim var

Vâsıf

Aşka kâbil dil mi yok şehr içre yâ dilber mi yok
Mest yok meclisde bilmem mey mi sâgar mı yok

Yahyâ


Derkenar..


..Çünkü kendine ait olamayacak olanı sevmek, sahiplenmek değildi. Sahip olamayacağını bilmenin bilinciydi. Ne kaybetmek riski, ne kazanma ümidi..
Oysa seven çoğu zaman bencildir.
Menfaati ve beklentileri olmayan bu sevginin altında, bazan mu'temid olamamış kalbin hüzünleri, yalnızlığı; bazansa elde edilemeyecek olanın cazibesi yatmaktaydı. Sevginin bu türlüsünde mutluluğun gelip geçiciliği daha çok hissedilir, derinliğe dalmaya hazır olan yürek mukavemet altında tutulurdu. Sevilenin mevcudiyeti, seveni ne kadar mesrur etse de hep bir üzüntü verirdi.
..
Sevmek bir nevi değildi, çokçaydı. Ama her hissin adı da sevmek değildi..
..
Gözlerine bakıyordu. Mısralar geldi geçti içinden, sustu. Belli ki mutluydu. Ne hissettiğini söylemedi. Başkasına olan sevgisindeki güzelliği hissetti. Acı ve sevinci birlikte yaşamanın garipliğiyle susmaya devam etti. Sevilenin sevgisi, işte tam da o anda teselliydi. "Mutlu."
Sonra anladı ki bu susuş, içindeki suya düşen taşın dalgalanması gibi, bir müddet sonra ruhunda küçük bir sarsıntı daha yaşatacaktı.
Hasta bir kalbi üzmek için ufak bir dokunuş, üfleyiş, minik bir hareketlenme kafi gelmekteydi.
..
Hayatta hiçbir his tek başına açıklanamaz. Sadece birinin derinine indiğinde, hepsine tesadüf edebilir, anlık bir harekette maziden kocaman hatıralar bulabilirsin.

Çarşamba, Haziran 28, 2006

Ah minel-internet..

Nereden bileyim bilmem hangi ülkenin bilmem ne şehrinde yaşayan birinin varlığını, şu sanal dünya olmasa. Hatta benimle aynı şehirde yaşayan hippi'yi; İzmir'de ikamet eden, haftalarca kız arkadaşım gibi muhabbet ettiğim travestiyi.
Küreselleşme böyle birşey miydi sahi? Kafam duruyor da, bu arada sen sanal mısın gerçek mi? Hiç görmediğim insanlarla canciğer kuzu sarması olmak da neyin nesi. Hani mimikler, gözlerin yalan söylemediğini tespit etmişliğimizin rahatlığı.
Ya yaşatamadığımız, bastırılmış yönlerimizi keşfetmenin dayanılmaz hazzı. Sayende karakterden karaktere büründük ya, hayırlı olsun.
Üzgünüm, ya da hiç umrumda değilsin. Ama ben yine de şöyle yapıverince mütebessim olmuş oluyorum : [:)]
veya hoşuma gitmeyen bir esprine katıla katıla gülebiliyorum da: [:)))]
Hiç gereği yokken üzüyorsun beni: [:(]
Yok yok ağlarım bazı bazı deme öyle: [:'(]
Birbirini görmeden sanal aşk yaşayanların, birbirini görmeden aşık olup efsanelere karışan kahramanlardan farkı var elbet. Ama açıklanabilirliği var mı?
Hem derdim büyük: Sanal aşkımla reel aşkımın isimlerini karıştırıyorum!
Pekçok dostum var msn'den, ama açık hava konserine aldığım iki biletten biri, yalnız olduğum için yandı gitti. Hay aksi!
Geçenlerde de beni ignore etmiştin, artık seni sevmiyorum çık hayatımdan. Mesajlarıma da geç cevap veriyorsun, yoksa başka biriyle daha mı konuşuyorsun?
Ben adamı zaten avatarından tanırım. Bana kişisel iletini söyle sana ne olduğunu söyleyeyim mesela.
Cep telini değil msn'ni ver yeter. He bu arada blogum var commentlersen sevinirim canım.
Eee sonra?
Sosyologlar ve psikologlar; terminolojilerinizi geliştirme vakti geldi geçti. Kişisel gelişim kitapları yeniden yazılsın. Artık sanal gerçeklik var, kendi içinde anlam bozukluğu yaşayan.
Yeni hastalıklar türedi. Sosyal hayat kendine farklı bir ivme kazandı uğurlar olsun.
Daha neler neler.
Hasılı: Ah minel-internet vel-halatihi.

hamiş: Alınma hemen, seni seviyorum yine de [;)]