Sayfalar

Cuma, Mart 20, 2009

"Dönüşüm" ya da Krize Üstünkörü Gönderme...

Önceki gün Şehir Tiyatrolarında Dönüşüm isimli oynu seyrettim. Bilindiği üzere bu oyun, Kafka'nın ünlü romanı "Die Verwandlung", yani Dönüşüm'ün tiyatroya uyarlanmış hali.

Oyna gitmek isteyenler için söyleyebileceğim şey şu ki:
Eğer Dönüşüm'ü okumadıysanız, gidin, izleyin. Bu şartla gidenlerin, en fazla "aah şu küresel kriz, insanların hali de aynen böyle" yorumundan öteye bir yorum yapabileceklerini sanmıyorum. Zira kitapla oyun arasında, bir iki detay (mesela Samsa'nın böcek olması gibi...eh artık o da olmazsa) dışında ilişki kurmak pek de mümkün değil.
O nasıl bir yıl sonu müsameresi repliğiydi öyle yahu. Defalarca tekrarlandı durdu:

Sen ne biçim adamsın Gregor!

Oyundan sonra iki üç arkadaşa kulak misafiri oldum. Biri diğerine şöyle söyledi:
- Eee, Dönüşüm'ü okumuş bahtsızlar olarak senin görüşünü merak ediyoruz. Ne de olsa kitabı okumamışsın!
şeklindeydi. Varın siz hayal edin durumun vehametini. Ayrıca o kadar oyun seyrettim, hiç böylesine çoşkunluktan uzak bir selamlama görmedim. "Bitse de dağılsak" edasıyla alkışlandılar.

Sonuç olarak salondan iki tip insan ayrıldı:
Dönüşüm'ü okuyup hayal kırıklığına uğrayanlar, okumayıp, zaten hiç bir şey anlamamış olanlar...

Hamiş: Aslında üzerinde uzunca yazılacak bir kitaptır Dönüşüm. Ama oynu baz alınca insanın hevesi kaçıyor. Okumayanların okumasını tavsiye ederim.

Salı, Mart 17, 2009

seni seviyorum de!



Pazar, Mart 15, 2009

Mermer Küplerden Plastik Şişelere


Efendim zaman zaman İstanbul'a ilk kez gelmiş veya arasıra ziyaret eden eşe, dosta, ahbaba boza ikram etmek ve yüzlerindeki o ekşimtrak ifadeyi seyretmek çok eğlenceli oluyor. Alışık olmayanlarda ekseriya ilk tepki : "O kadar methettiğiniz boza bu mu!" şeklindedir.
Bozanın tarihi oldukça eski zamanlara dayanmakta. Doğunun meşhur içeceklerinden biriyken, Osmanlılar vasıtasıyla Balkanlara ve oradan batıya yayılmış.
Değişik memleketlerde değişik hububatla yapılmakta. Türkler arasında darı ile yapılanı meşhur. Zaten kelimenin kökeni Farsça darı manasına gelen "buze" kelimesinden gelmekte.
Çağatay Türkçesinde boza, Arapça buza, Rumence bozan, Yeni Yunanca bozas, İngilizce bosa, Rusça Çekce buza, Fransızca bouza veya bosan, Almanca busa, İtalyanca-İspanyolca ve Portekizce buza olarak telaffuz edilmekte.
Bulgarca, Sırpça, Hırvatça, Macarca ve Arnavutça'ya Türkçe'den direkt olarak boza şeklinde girmiş.
Şimdilerde İstanbul'a ve dahi Vefa semtine has bir içecektir boza. En azından ben öyle biliyordum. Yani artık sadece İstanbul'da imal edildiğini... Ta ki bir iki sene evvel bir ahbabımız Bilecik bozası getirene kadar. Vefa bozasına vefasızlık gibi olmasın ama, oldukça güzeldi.
Osmanlı zamanında sevilerek içilen bir içecekti boza. Elbette bozanın alkollü olanı da vardı. Hatta meyhanelerin yasaklandığı dönemlerde bozacıların devreye girdiği görülürdü. Sarhoşluk verdiği için bu cinsin içilmesi caiz değildi. Dolayısıyla bu bozacılar da meyhanecilerle aynı cezaya çarptırılmışlardır. Hatta "Meyhanecinin şahidi bozacıdır" darb-ı meseli de buradan gelmektedir.
Evliya Çelebi içilmesi caiz olan tatlı bozayı zevkli zevkli anlatmaktadır. 17. asırda İstanbul'daki 300 boza dükkanında 1005 bozacı çalışmaktaydı.
Günümüzde tarçın ve leblebiyle içilmesi adet olmuş boza, o zamanlarda bakın nasıl içiliyormuş:
İçine Kuşadası pekmezi katıp, üzerine tarçın, karanfil, zencefil, hindistan cevizi serpilerek...
Çokça tüketilen bu boza için Evliya Çelebi şöyle söylemekte:
...On çömçe nûş etsen asla sekir vermez ve batın vecâ etmez... Hamileler içse batnında evladları ten-dürüst olup vaz-ı hamlden sonra nûş etse sütü çok olur...
(On kepçe içsen asla ağırlık vermez ve karında şişkinlik yapmaz... Hamileler içse karınlarında bebekleri kuvvetli, doğumdan sonra içseler sütleri bol olur)
Boza, ordunun da vazgeçemediği bir içecekti. Bilhassa kış aylarında orduya bozacılar alınır, cümle meşrubatçıların da yardımıyla yapılan bozalar askere dağıtılırdı. Zira bünyeyi hem tok hem de sıcak tutmaktaydı.
Aynı zamanda çabucak bozulduğundan serin yerde saklanması icap ediyordu. Bu da bozanın bir kış içeceği olmasına sebep olmuştu.
Benim küçüklüğümde de akşamları sokaktan gelen seslerden biriydi: "Vefaaaa bozaaaaa" nidaları. Ailece Vefa Bozacısına gider, birer bardak içer, bazen kocaman cam şişelerle evimize götürürdük. Zira boza, cam, mermer gibi koku ihtiva etmeyen kaplarda saklanır.
Şimdilerdeyse market raflarında yer alır oldu boza. Aslında güzel de oldu, herkes istediği vakit içebiliyor. Fakat şu plastik şişeler yok mu...

hamiş: Bu arada yemek fotoğrafları çekmeye başladım. Çok zevkli. Belki yakında yemek sitesi bile açarım. Kimbilir...

Cuma, Mart 13, 2009

İstanbul'daki İlk Trafik Kazası

fotograf alıntıdır.

Gün geçmiyor ki televizyonda kaza haberlerinden, İstanbul'un çetin trafiğinden bahseden haberler yayınlanmasın. (klişe haber cümlesi gibi oldu evet)
İstanbul'daki ilk trafik kazasıysa 1912 yılında Şişli'de vuku bulmuştu. İtalyan Elçiliğinin şoförü Arnavut bir vatandaşa vurup kaçmış ve daha sonra polisler tarafından Pangaltı'da yakalanmıştı. Yani sizin anlayacağınız, şoförün olay mahalinden kaçma teşebbüsü de ilk kazayla birlikte gerçekleşmiştir.
Haber günlerce gazete manşetlerinde yer almış, hastaneye kaldırılan talihsiz yaralı vefat etmişti. Olaylar büyümüş, suçlu, İtalya konsolosluğunun elemanı olunca, işin içine İtalyanlar da girmiş ve nihayet merhum Arnavut'un ailesine verilen tazminat ve şoförün cezalandırılmasıyla ortalık yatışmıştı.

hamiş:
1. Elbette o zamana göre büyük bir haberdi bu. Şimdilerde üçüncü sayfa haberi bile olmuyor. Bir ölü...
2. Türk polisi de sıkı çalışmış diyeceğim de, o zamanda kaç araba vardı kimbilir. Aynı eşkalde kaç araç olabilir ki.
3. Trafik kazasından ölüme sebebiyet verme suçu kanunlarda yer alıyor muydu acaba? Cezayı veren de İtalyan Konsolosluğu zaten. Zira ortalık sakinleşecek gibi değilmiş. Ah şu imtiyazlar...

Pazartesi, Mart 09, 2009

Ürkme Ey Ruh!

Yeşillikler arasından durağa atladığında tramvay gelmek üzereydi.
Eyvah, dedim, ezilecek!
Minicik sevimli mi sevimli bir kediydi. İnsanlara alışkın olmadığı ürkek gözlerinden okunuyordu.
O esnada tramvay da durağa yanaştı.
Daha fazla ürküp tramvayın kenarından atlamasın diye bir iki el kol hareketiyle diğer tarafa yönlendirmeye çalıştım kediciği. Ancak ne var ki tam da aksi istikamete doğru kaçıp aşağı atladı.
O dar aralıktan nereye gittiğini göremiyordum.
Vatman'a haber edip bir müddet beklemesini istedik, ancak kediyi çıkaramadık bir türlü.
Tramvay hareket ettiğinde "nolur raylardan uzakta duruyor olsun" dedim içimden. Tramvay gittiğindeyse cesaret edip bakamadım..
Karşı duraktakilere de bakamıyordum, çünkü onların yüz ifadesinden durumu az çok anlayabilecektim.
Fakat görmemek yeterli değildi ki:
"aaa yazık kediye, ezilmiş!"

..


Biz bunu en çok sevdiklerimize yaparız. Tehlikede olduklarını hissettiğimizde üstlerine gider ürkütürüz onları ve nedense sığındıkları yer de kimi zaman o tehlikeli tramvay olur.
Daha da ilginci, bazan ruhumuz öyle hallere bürünür ki mantığımız bunu farkedip ona doğruyu telkin ettiğinde, sığındığı yer, asıl uzak durması gerekendir.
Bu, kimi zaman o kedininki gibi bilinçsiz bir korunma içgüdüsüyle; kimi zamansa bile bile elini taşın altına koymaktır.
Oyuncuların farklı olduğu bir dünyada benzer oyunları oynuyoruz da "ben bu sahneyi daha önce görmüştüm, oynanmıştı" demiyoruz inatla.
Şimdi bir kaç kişi var ürkütmek istediğim, ama biliyorum nere kaçacaklarını..

Burda aklıma bir beyit geldi. Ama manidar bir yerden. Bir mezartaşı kitabesinden:

bakmayan çeşm-i basiretle taşıma
bilmez ol halim ta gelmeyince başına