Sayfalar

Çarşamba, Kasım 29, 2006

Ve karşınızda Avaramu / Awara Hoon

Pazar, Kasım 26, 2006

İstanbul Krokisi


Bu kroki, Matrakçı Nasuh'un 1533-1536 yılları arasında hazırladığı ve devrin padişahı Kanuni Sultan Süleyman'a takdim ettiği "Beyan-ı Menazil-i Sefer-i Irakeyn-i Sultan Süleyman Han" (Sultan Süleyman Han'ın Irakeyn Seferi Menzillerinin Beyanı) isimli eserden iktibastır.
Kitap bir menzilname. İsmi geçen sefere katılmış olan Matrakçı Nasuh, İstanbul-Tebriz güzergahında bulunan ve ordunun geçmiş olduğu menzillerin krokisini çizmiş ve buralar hakkında çeşitli bilgiler vermiştir.
Yukarıdaki krokiye, eserin tarihine dikkat ederek baktığımızda en kuzeyde Topkapı Sarayı, hemen yanında Ayasofya camiini gördüğümüz halde Sultanahmet, daha aşağılarda Süleymaniye, Şehzade Mehmed gibi pekçok önemli camiin bulunmadığını görürüz. Zira o camiler henüz inşa edilmemişlerdi.
Bu krokiyi yerleştirmemdeki bir diğer maksat şu; daha önceki bir yazıda "İstanbul'un Ortası"ndan bahsetmiştik. İşte bu krokide tam ortanın hafif solunda "Bozdoğan Kemeri" küçük bir yapı olarak gösterilmiş. Şehzade Mehmed Camii ise, burda yok fakat kemerin sağına tekabul ediyor. Demek ki İstanbul'un ortasının gerçekten de belirtilen yer.
Bu değerli yazma eser 1976 yılında Türk Tarih Kurumu tarafından tıpkıbasım şeklinde neşredildi. Satışı da hala devam etmekte. Meraklısına..

hamiş:
Bu arada "Matrakçı" kelimesi ne anlama gelir? diye merak edenlere izahat verelim:
Matrak, sopa, kalın değnek manasında.
Tarihi Deyimler ve Terimler Sözlüğünde şöyle geçiyor:
Lobut'la arasındaki fark, lobut'un ustalar tarafından oynanan oyunda, matrak'ın ise acemilerin taliminde kullanılmasıdır.
Yani Nasuh, matrak talim ettiren bir askerdi. Aynı zamanda minyatür ustasıydı.

Mahi'n-Nükuş Kimdir?


Eskiden cami, medrese, mektep, hastane, çeşme, külliye vs. gibi halkın faydalanması için yapılmış eserler vakıflara bağlı idi. Bu vakıflar vakfiyelere göre idare edilirdi.
"Vakfiye", vakıfta neler yapılacağından tutun da burada çalışanların alacağı maaşa kadar en ince teferruatın yazılı olduğu belgelerdi.
(Fırsatınız olursa, transkribe edilmiş bir vakfiyeyi gözden geçirin, çok ince teferruata inilmiş, yazılış tarzıyla da dikkat çekici eserlerdir)
İşte zaman zaman bu vakfiyelerde bir görevliden bahsedilmektedir:
Mahi'n-nükuş.*
Mahi'n-nükuş, vakfa ait binaların iç ve dış duvarlarına yazılmış her türlü yazı ve şekli silmekle vazifelendirilmiş kişilere denilirdi. Elbette bu temizlik dönemin şartlarına göre olmaktaydı. Kimi zaman temizlenemeyen yerler badanayla kapatılırdı.
Bugünse ne belediyelerin ne de kültür bakanlığının bu göreve tayin edilmiş herhangi bir memuru var. Çok göz önünde ve tanınmış tarihi eserlere de bir tür aşındırma yöntemiyle restorasyon yapılmakta. Geri kalanlarsa kaderlerine terkedilmiş halde.
Yazılan yazılardan hiç bahsetmeyeceğim, bir örneği fotoğrafta var. Zaten hepimizin gördüğü şeyler.

*Mahî: Mahv, kelimesinden gelir. Yok eden manasınadır.
Nükuş: Nakş kelimesinin cem'i.
Buna göre mahi'n-nakkaş, nakşı yok eden anlamına gelmektedir.

Cumartesi, Kasım 25, 2006

İstanbul'un Ortası Neresidir?

Eskiden İstanbul denilince Eminönü ve Fatih bölgesi yani "Suriçi" kastedilmekteydi. Buraya aynı zamanda "Nefs-i İstanbul" ismi verilirdi.

Ayrıca Galata, Üsküdar ve Eyüb "Bilad-i Selase" (Üç belde) adıyla anılırdı ki İstanbul'a bağlı beldelerdi. Hatta buralardan Nefs-i İstanbul’a gidileceği vakit, “İstanbul’a gidiyorum” denilirdi.

İşte o zamanlarda İstanbul'un ortasının, Şehzade Camii'inin Vefa'ya dönülen köşesindeki, fotoğrafta görmüş olduğumuz yeşil somaki mermer olduğuna inanılırdı.

Mermerin bir kısmı zamanla toprak altında kalmış. Halbuki tarihi bir özelliği bulunan ve insanların bundan habersizce yanından geçtiği bu mermerin tamamı meydana çıkartılmalı ve hatta yanına bilgi ihtiva eden bir levha konulmalı.

Ama bir de herkesin gönlünde yatan bir İstanbul ve onun da bir ortası muhakkak vardır. :)

Cuma, Kasım 24, 2006

Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz.


Dilimize girmiş pekçok özdeyiş, atasözü aslında bir zamanlar ne kadar geniş bir coğrafyayı şamil olduğumuzu da işaret ediyor olsa gerek. İşte bunlardan bir tanesi de "Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz." sözüdür.
Esasen buradaki "Ana", "Ane"dir ve Bağdat yakınlarında bulunan bir uçurumun adıdır.
Bilindiği gibi "yar" kelimesiyle "uçurum" kelimesi aynı anlama gelmekti. Yani sözün aslı Ane gibi çetin uçurum, Bağdat gibi güzel şehrin olmayacağına işaret eder.
Bunu galatlaşmış haliyle öyle güzel benimsemişiz ki yine de söz yerini buluyor.
Ama biz yine de işin aslını bilelim derim.

Cuma, Kasım 03, 2006

ÇINARALTI SOHBETLERİ II


KEMANKEŞ SIRRI


Gelip Şevketle Okmeydânı'na tîr attı bin adım
Kemankeşlikte taş dikti hüner gösterdi udvâna
Aynî




Yay ustası Süleyman’ın yanında çıraklık etmeye başladığı zamanlarda, buraya gelen kemankeşlerin sohbetlerini dinlerken kapılmıştı tirendazlık aşkına Çırak Mehmet. Yaylar gerilir, kabza dikkatlice tetkik edilir, muteber oklar yapan ustasının dükkanında hergün mutlaka bir atış taliminden dem vurulur idi.


Atıcılık kadar, kullanılan ok ve yayın seçimi de önemlidir. Zira “Kem âlât ile kemâlât olmaz”.
Yayın ağacı insanın kemiği gibidir. Kemikli yiğitler eski muharebelerde nasıl itibar görüyor iseler, iyi ağaçlı yaylar da öyle makbuldür. Malzemenin kalitelisi araştırılır bulunur. En iyi yaylar Gerede kazasında yetişen akağaçtan, en iyi oklar Hind kamışından yapılır ki, eslâf tecrübe ile anlatmışlardır.
Süleyman Ustanın maharetinden dolayı devrin pek çok kemankeşi buraya gidip gelmiş ve Mehmet vesileyle onları tanımış, sohbetlerini gıpta ile dinlemişti.



Süleyman usta yeri geldikçe: “Yaycının ve okçunun iyisi kendisi de atıcı olandır.” Derdi. Elbet bunun da vakti gelecekti ve bir gün ustasının ardına düşüp Okmeydanının kapısına vardı. Yalınayak, besmeleyle girdi kapıdan.


Fatih, Haliç sırtlarında yaptırdığı bu meydan için “"...üzerine hiçbir şekilde muhdes bina yapılmasın, hayvan otlatılmasın, hristiyan ve yahudi sokulmasın!...Eğer mümkün olursa üzerinde kuş bile uçurulmasın!..." demiş ve o gün bu gündür Okmeydanından nice pehlivanlar gelip geçmiş; nice kemankeşlerin menzil taşları dikilmişti.


Meydan şeyhi olan Binyüzcü şeyhten destur alındı ve kepaze kabzasıyla, kemankeş ustasının gözetiminde talime başladı Şakirt Mehmet. Binyüzcü şeyh, meydanın görmüş geçirmiş ihtiyar pehlivanı, kanun üzre “sâkımı müstakimden ayırabilecek, hüsn ile kubhu fehmedebilecek idrak ve fikir erbâbı” bir zattı ki sözü dinlenir, sözünü dinlemeyenin havasına varılmaz, “yolsuz” addedilirdi.


Burası meydan-ı âdâb. Çünkü Resûl-i Zîşân buyurmuştur ki: "İki ok arası Cennet'ten bir parçadır". Adab-ı meydan üzeredir burada her şey. Okmeydanına abdestli ve besmeleyle ve yalınayak girilir. Her kul müsâvidir bu kapıdan geçince. Yani ki âlâ da birdir, ednâ da. Hatta gün olacak, sadrazam gelecek ve "Pehlivanlar, Sadaretim İstanbul'da kaldı. Bugün sizcileyin bir pehlivanım, beraber söyleyelim" deyiverecektir.


Mehmet heyecanla başladı talimlere. Kepâze kabzasını (kabza: yayın tutma yeri) geremeyen kepâze olurdu mazallah. Acemi okçuların talim etmek için kullandıkları, çocukların bile çekebilecekleri gevşeklikteki kepazeli, kolay çileli (yay kirişi) bu yayla başlamıştı talime. Vücut önce kepazeye alışır, bol bol “çile” çekilirdi önce. Mehmed, ilk günler usul üzere 66 kez çekmişti kepazeyi. Üstâdı bu sayıyla başlatmıştı zira. Ne bir eksik ne bir fazla. Zira 66, ebced hesabıyla Allah ism-i şerifine tekâbul etmektedir. İlk atışa böyle bir kudsiyetle başlanır. Sonra bu, yüze, iki yüze, derken bine kadar çıktı. Ustası hep aynı nasihatı söylüyordu: “İdmanı bir gün bırakanı, kemankeşlik on gün bırakır.” İyi diyordu da iyi olmasına, bir de şu “Kemankeş sırrını” fısıldasaydı ya kulağına. Elbet sırdı, kemankeş olandan başkasına denilmezdi. Bari ipucu verseydi a. Böylece Mehmet de iyi atışlar yapabileceği o tüyoyu öğrenir ve namlı bir kemankeş oluverirdi.


Bir yandan kepaze talimine devam ederken, diğer taraftan elleri ve kollarının mukavemetini arttırmak için günde on defadan başlayarak avuçlarını mermere vuruyordu. Osmanlı tokadı dedikleri böylece mi meşhur olmuştu acep.


Kemankeş olabilmek için, dört tirendaz ile ayak ve hava yerlerini ispat etmek şartıyla, oku haki ile 800, peşrevle 900 gez menzile (594 m) vâsıl olan şakirde menzil açmaya ve açılmış menzilleri bozmaya ruhsat verilirdi.


İşte bu şekilde meşk yerini bulup 900 geze ok atabilmesi lazım gerekti Mehmet’in. Ancak o zaman okçuluğa hak kazanır, icazet alabilirdi.


İki çeşit ok atışı vardı bu meydanda: Menzil (mesafe) ve puta (hedef) atışı. Rivayete göre Ayasofya camiye çevrildiğinde, içindeki kıymetli putlar Okmeydanına getirilip hedef olarak kullanılmış ve o gün bu gündür hedef atışlarına “puta” atışı ismi verilmişti.


Ne babayiğit tirendazlar gelip geçmişti bu meydandan. İsmi dillere destan Tozkoparan İskender bunlardan biriydi. Hikayesi dilden dile değişik şekillere anlatılırdı.


Bu rivayetlerden birine göre, İran'dan Bahtiyar namında meşhur bir pehlivan gelir. Padişah önünde "münteha" yaylar çekip ve "ayineler vurup" büyük hünerler gösterir. Padişah:
-Bizde buna galip kimse yok mu?
Diye sorunca, etrafındakiler:
-Birkaç gün mühlet veriniz de arayalım, derler ve en güzide atıcılarla, okçuları toplayarak yaptıkları müzakere neticesinde, birkaç kantar çeken bir top taşına demir halka yaptırarak Bab-ı Hümayun'dan içeri koyarlar.


"Her kim bu taşı kaldırırsa büyük ihsan var" diye ilan ederler. Pekçok kişi denediği halde kimse taşı bir karıştan fazla kaldıramaz. Acemi oğlanlar arasında Bakraç oğlanı olan İskender, buradan geçerken taşı kaldırmak için uğraşanları görür. Bakraçları yere koyup, külahını beline sokar ve taşın halkasına yapışarak, üç defa göğsüne kadar kaldırıp yere bırakır. Padişahın burada bulunan gözcüleri kendisini alıp huzura götürürler ve:
-Padişahım! Bizde derman yoktur. Eğer bir toz koparırsa bu kulun koparır!
Derler. Padişah:
-Göreyim seni Tozkoparanım!
Diye bin altın ihsan eder ve İskender Okmeydanı Tekkesine götürülür. Kendisine üstadlar tayin edilir ve altı ay çalışarak idman yapar. Ayrıca sol kolu üstüne yatmasın diye iki adam da geceleri sabaha kadar başucunda nöbet tutar.


Sıkı çalışma neticesinde İranlı pehlivanla padişah huzurunda müsabakaya çıkarlar. İskender İranlının "münteha yayları üzerine bir kavi yay zam" ile çeker; "darp vurduğu ayinelere bir ayine daha ilavesiyle darp vurur."


Padişah İranlı pehlivana pek çok ihsanlarda bulunur ve:
-Var imdi, iyi gördüğünü söyle, diyerek memleketine yollar.


Hikayeyi anlatanlar yine rivayet eder ki güneydoğrusunda 1281,5 geze (845,7 m.) atış yaparak rekor kıran Tozkoparan, son nefesinde, Bursalı Şüca nam pehlivanın rekorunu kıramadığı Lodos menzili için “Ah Lodos menzili..” diyerek ölmüştü.


Atış tâlimi abdestsiz olmaz. Yay çekilirken: “Ya Hakk” denir veya tekbir getirilir.


Bir pehlivan menzil atmaya niyet edince, evvela ihtiyarların yanına gider ve "İhtiyarlar duanız ve izninüz ile müstahikk isem fülan menzile talibim "der ve ihtiyarlar da pehlivan "müstahikk" ise ve ondan az yay çeken başka talip yoksa izin verirlerdi. Eğer bu yolda tâlip varsa pehlivana:
-Sabreyle!


Derler, ihtiyarların izni olmadıkça "âlâdan, ednâdan" kimse menzile duramazdı. Durursa havacılar ve pehlivanlar havasına gitmezlerdi. Havasına varmak, ok atacak kişiye rüzgarın yönünü bildirerek, daha iyi ok atabilmesini sağlayan bir rehberlikti ki, zaman zaman okla yaralanma tehlikeleri dahi vardı. Bu işi yapanlara “havacı” tabir olunurdu.


Adına menzil taşı dikme ihtimali bulunan okçular, ayak taşının dibinde durdukları sırada, yanlarındaki üstad kemankeşlerden biri dua ederdi. Ok en ilerideki menzil taşını geçerse:
-Nur ol, sana söz yok elhak atmışsın.


Diye hakkı teslim edilir, meydan şeyhi hazır ise bizzat, değilse muteber bir tirendaz Fatiha ve üç İhlas-ı Şerif okur, Salavat getirilir, kemankeşler piri ve geçmişlerin ruhlarına hediye edilir, bir ağızdan tekbir getirilerek Fatiha okuyan zat ile diğer kemankeşler sağ el ile menzile düşen oka el vururlardı. Hazır ise kemankeşin üstadı, değilse bir ihtiyar yahut menzil sahiplerinden biri oku yerden alarak:


-Mübarek ola!
Diyerek sahibinin eline teslim ederdi.


Ustaya riâyet çok mühim mesele idi. Şakirt Mehmed bunu böyle bilmişti. Ustasının sözünden ne fazla ne eksik eylerdi. Yine öğrenmişti ki: "Üstadsız bir nesne kemal ve idrak olunmak muhaldir."


Günlerce sürmüştü tâlim. Bir sabah, kemankeş ve havacıların huzurunda 900 gezi geçtiğinde, ustası şeyhe haber etmiş ve Şakirt Mehmet de kemankeş namzedi oluvermişti. Lakin bunun da bir usulü vardı ki buna kabza merasimi ismi verilirdi.


Beklenildi ve kabza günü gelip çattı. Tekkede usta kemankeşler, meydanda meraklı halk. Önce şeyhin dualarına aminler edildi. Sonra kemankeş namzedleri geldi huzura.


Şeyh, Mehmet’e sordu:


-Sen kabzaya tâlip misin?


Temenna ile talebini bildirince, şeyh usulden olan suallere başladı:


- “Ayağa durdum(ok atış yeri) ve mahallinden aşırı ok attım” diye dava ediyorsun. Ayak şâhitlerin var mı? (Şakirtler talim yaparken kendilerini izleyen havacı ve kemankeşler).
O esnada vekilharç “Ayak şahitleri” diye nida edince, iki kemankeş meydana gelip şeyhin önünde durdu. Şeyh devamla:


-Bu tâlip ayağını ayak yerine düz bastı mı?
-Bastı
-Destar bozulduğunu gördünüz mü?
(900 gez’i geçtiğini)
-
Gördük.
-Böyle şâhit misiniz?
-
Şahidiz.
Bunun üzerine vekilharç hava şâhitlerini çağırdı.
Şeyh sordu:
-
Bu tâlibin okunu mahallinden aşırı kondurdunuz mu?
-Kondurduk ve destar bozduk.
(mahalli geçince havacılar ellerindeki destarı fırlatırlar böylece mesafenin geçildiği anlaşılır)
-
Böyle şâhit misiniz?
-Şahidiz.


Şâhitlerin kabulü dinlendikten sonra Şakirt Mehmet huzurda makluben diz çöktü. Yani çilesi yerde, kabzası havada duran yaya karşı diz çöküp, sağ elini yayın kabzasına koydu. Yayı hemen kaldırdı ve bu durumda iken önce kendi sağ elinin üstünü, sonra şeyhin elini öptü. Ustası böyle öğretmişti. Şeyh:


-Götürün üstadına kabza versin!


Diye izin verince Şakirt Mehmet bu defa, üstadının önüne geldi, diz çöktü ve bunca zaman kendisine talim ettiren, hayatı boyunca hürmetle yâd edeceği emektar kemankeşin elini öptü. Üstadı sol eliyle kabza altından yayı, sağ eliyle Mehmet’in sağ elini tuttu, dua etti ve:


-Bu kabzayı bana üstadım verdi; ben dahi emaneti sana teslim eyledim. Sen de talip olan kabza aşığına bu minval üzere hayır dua ile teslim et!


Diyerek kabzayı Mehmet’in sol eline verdi. İşte o mühim an gelmişti. Şimdi ustası kulağına kemankeş sırrını fısıldayacak ve böylece Mehmet de Tozkoparan İskenderler, Şuca’lar gibi rekor atışlar yapabilecek, menziline taşlar dikilecekti. Bu sır öyle bir sırdı ki kemankeşlerin bütün mahareti bu sırdan gelmekteydi besbelli. Yoksa onca savaşlarda namdar okçular dört bir cihete ok atıp, düşmanın dudağını nasıl uçuklatıyorlardı? Elbet bir sırrı vardı bunun ve işte şimdi ustası kulağına o sırrı fısıldayacaktı. Mehmet heyecanla bekledi üstâdını.
Ustası kabzayı Mehmet’e uzatırken kulağına eğildi ve şöyle deyiverdi:


“Vemâ rameyte iz rameyte velâkinnellâhe ramâ”


İşte sır bu idi. Kemankeşlerin kimselere söylemediği ve ancak kabza merasimiyle öğrenilen sır. Enfas sûresinin 17. âyeti.


Manası: "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah(c.c) attı.”