Sayfalar

Cumartesi, Temmuz 29, 2006

Derlermiş ki..


"Gözden uzak olan gönülden de ırak olurmuş."
Yalan!

Gönül bağına milim fasıla giremez ki gözden ayrılıklar ırak kılsın yakını.


"Ayrılıklara alışılırmış." Yalan!

Her ayrılık, bir öncekinden taze hasret, bir öncekinden derin özlem.

Cuma, Temmuz 28, 2006

Evvel zamaneden bir kelam-ı meşhur


"Aşıktan evvel maşuk'a düşer şerâre-
i aşk"


Aşçı Dede'nin Hatıraları


Risale-i Tercüme-i Ahval-i Aşçı Dede-i Nakşî Mevlevî

Çok yönlü bir sufinin gözüyle son dönem Osmanlı hayatı

Hatırat veya seyahatname okumayı sevenler için oldukça hoş bir kitab Aşçı Dede'nin Hatıraları.

Tarih kitaplarında ağırlıklı olarak siyasi tarih anlatılır.

Oysaki geçmişte dedelerimizin günlek hayatını, gailelerini, endişe ve sevinçlerini, adetlerini hatırat türü eserlerle öğrenebiliyoruz.

Her ne kadar bu eserler tek başına tarihe kaynaklık edemese de yazıldığı dönemindeki sosyal ve kültürel hayatı tanıma ve anlama yolunda oldukça faydalı ve bir o kadar zevkli kitaplardır diye düşünüyorum.

Aşçı Dede'nin Hatıraları da son dönem Osmanlı hayatını ve bu dönemde meydana gelen değişmeleri, tasavvuf erbabı bir memurun kaleminden okuma imkanı sunmakta.

Memuriyetinden dolayı pekçok şehirler gezen Aşçı Dede'nin dört ciltlik hatıratı, tanıtım yazısında ifade edildiğine göre Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinin ikinci versionu mesabesinde imiş.

Kitap sadeleştirilmediğinden Osmanlıca sözlüğünüzü de yanınızda bulundurmanızı tavsiye ederim. Aşçı Dede sufi olduğu için, beyitlere yer verdiği gibi, aşk uşşak kelimesini, tasavvuf mefhumlarını bol bol kullanmış. Tasvirlerinde zaman zaman abartılar, sıkıcı ayrıntılar bulunmakla beraber; insana olan muhabbeti, ağırbaşlı, mülayim yorumlarıyla aşıkmeşreb bir Osmanlı efendisini dinlediğinize hükmedersiniz.

Mustafa Koç ve Eyyüp Tanrıverdi'nin hazırladığı kitap, Kitabevi tarafından neşredildi.

Perşembe, Temmuz 20, 2006

Ve vuslat ..:)


Baki kalan bu kubbede hoş bir sada imiş..


Meclislerde kahvenin ikram edildiği zamanlarda söylendi söz:

"Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane.."

İkramlar değişti, insanlar değişti, ama bahaneler hep aynıydı. Muhabbet istendi ve lakin öyle bulunmaz cevher idi ki artık dost, ne sözün değeri kalmıştı, ne meclisin.

Tam da böyle bir zaman diliminde vakanüvisler tarih düştüler (bu ben oluyorum :p). İsa'nın doğumundan 2006 sene 7 ay 19 gün sonra, nam-ı esbak Asitane'nin güzelce bir yerinde, üç kimesne bir araya geldi ki sohbetin, muhabbetin hassü'l-ehassına şahit oldu cümle müşterek msn ehli. :)

Hepatit Ze hanımın elceğizleriyle yaptığı ikramların tadını, Çin Kamışı hanımların neşeli hali daha da bir tatlandırdı. Sonra gelsin çaylar, çıtlasın çekirdekler. Yüzler pür-neşe, gözlerde sürur. Gönüllerde samimiyetin vefalı çarpıntısı.
Çayın demine nispet, koyu demli bir muhabbettir sardı mekanı. Karnımız doydu da elhamdülillah, gönlümüz doymadı yaran'a.
Tekrarını en yakın zamanda ısrarla talep ediyoruz efendim.

Hamiş: Msn'de bizi yalnız bırakmayan sevgili dostlarımız, inanın neşemize neşe kattınız. ;)

Pazar, Temmuz 16, 2006

Felenburlar çiçek açtığı zaman...


Çoktan döküldü ya mis kokulu çiçekleri, ben ıhlamurları anlatacaktım bir dem. Çamlıca'ya çıkarken, yolun iki tarafından sarkmış sarılı yeşilli beyazlı felenburları. Nasıl da çocukluğuma gittim geldim, onu anlatacaktım.

Sonra bir ibtila. Nerede ağaç topluluğu görsem başım havada ıhlamur arıyorum. Bir de bakıyorum Süleymaniye'nin bahçesindeler. Bu defa çiçekleri dökülmüş.
Yine çocukluğa uzanan zaman yolculuğu.

Rahmetli dedem ağaçta. Dalları buduyor. Ta ki tepesinden başka yeşil bir tarafı kalmayana dek. Felenburu budarsanız, ertesi sene yine taze sürüm verir. Felenbur, yani ıhlamur.

İstanbul'daysa yayalar ve ağaçlar var. Ağaçlar gölge yapıyor. İnsanlar gelip geçiyor altından.

Ihlamur ağaçları geniş dallı burada. Yine de mis kokulu. Gelip geçen görsün diye pek bir yayılmış. Ama nafile.

Dedemin budadığı dallardan çiçekleri toplardık. Önümüzde kulaklı sepetler. En fazla çiçek olan dalı kapma telaşı. Kimin sepeti önce dolacak yarışı. Ah o koku yok mu. Dönüp dolaşıp takılıyor dimağıma. Ciğerlerinize işler.

Hatıralar görüntü kadar kokuyla da canlanıveriyor işte.

Sonra o ıhlamurlar naliyelere (seren) götürülür, güneşin çıplak yüzünü görmeden bir güzel kurutulur.
Hasta olmayı beklemeden, sabah kahvaltısında kaymak ve minci (çökelek) karışımına eşlik eder. Değmeyin keyfimize işe o zaman.

Sonra gün gelir şiirin içine karışıveren sözlere dönüşür. Vefa da olmasa ahde:

Ihlamurlar çiçek açtığı zaman
ben güneş gibi geleceğim her dar kapıdan
kimseye uğramam ben sana uğramadan
kavlime sadığım, sadığım sana
takvim sorup hudut çizdirme bana

ben sana çiçeklerle geleceğim

ıhlamurlar çiçek açtığı zaman.
(Bahattin Karakoç)

Pazartesi, Temmuz 10, 2006

Atma Türkü Atarum Yüreğuni Yakarum..


Sene 1999. Anavatanım Mapavri'ye ilk gidişim. Mapavri, Çayeli ilçesinin eski ismi. Rumca. Senelerce babavatanım Samsun'a gittiğim halde benimseyememişken, kendimi Rizeli hissediyorum bu ilk gidişle. Belki atavatanım Batum'a yakınlığından naşi, genlerime işlemiş bir aşinalıktan dolayı. Veya insanının sıcaklığı, tabiatının güzelliğinden..

Bu memlekette fıkra söylenmez, bizzat yaşanır. Gülmekten çeneniz ağrır. Kendi kendinize, "yahu ben bu kadar gülen biri miydim sahiden" diye sormaya başlarsınız.

Yine böyle eğlenceli bir akşamda, "atma türkü nasıl atılır?"ın cevabını tatbiki olarak anlatmak istediler sevgili ev sahiplerimiz. Hayat'a inildi (evin bahçesine). Karşılıklı iki grup olundu. Başladılar atışmaya. Hem de baya destekli :). İlk başta "ezbere gidiyorlar ya, olur mu böyle" dediysem de yapılan her harekete, söylenen her söze türkü söylendiğini görünce "pes" dedim. Hakkaten "atıyor bunlar".

Meşhur olmuş atma türkü dörtlüklerini kaydetme fikri, tatilden döndükten sonra aklıma geldi maalesef. Rize'ye tekrar gittiğimde bu konuda geniş bir araştırma yapmak istiyorum. Tabi ki başka birçok şey hakkında da.

Daha sonra birkaç akrabadan dörtlükler öğrenip kaydetmeyi ihmal etmedim elbette. Şöyle ki:

Kes kestane dalinu
Bedeninden ayirma
Ver beni sevdiğuma
Daha beni kayurma
*
Ha buradan aşağı
Hep eğreti eğreti
Dünyada sevdani al
Ahirete cenneti
*
Çeyirinin dibine
Üç ağaca üzüm var
Evine iki bekar
Küçuğune gözüm var
*
Ah gidu Karadeniz
Daşti bu yana daşti
Bu gaybana sevdaluk
Başima dertler açti


Pazar, Temmuz 09, 2006

Pazartesi, Temmuz 03, 2006

Bir Var Bir Yok


Ne beyân-ı hâle cür’et ne figâna tâkatim var
Ne recâ-yı vasla gayret ne firâka kudretim var

Vâsıf

Aşka kâbil dil mi yok şehr içre yâ dilber mi yok
Mest yok meclisde bilmem mey mi sâgar mı yok

Yahyâ


Derkenar..


..Çünkü kendine ait olamayacak olanı sevmek, sahiplenmek değildi. Sahip olamayacağını bilmenin bilinciydi. Ne kaybetmek riski, ne kazanma ümidi..
Oysa seven çoğu zaman bencildir.
Menfaati ve beklentileri olmayan bu sevginin altında, bazan mu'temid olamamış kalbin hüzünleri, yalnızlığı; bazansa elde edilemeyecek olanın cazibesi yatmaktaydı. Sevginin bu türlüsünde mutluluğun gelip geçiciliği daha çok hissedilir, derinliğe dalmaya hazır olan yürek mukavemet altında tutulurdu. Sevilenin mevcudiyeti, seveni ne kadar mesrur etse de hep bir üzüntü verirdi.
..
Sevmek bir nevi değildi, çokçaydı. Ama her hissin adı da sevmek değildi..
..
Gözlerine bakıyordu. Mısralar geldi geçti içinden, sustu. Belli ki mutluydu. Ne hissettiğini söylemedi. Başkasına olan sevgisindeki güzelliği hissetti. Acı ve sevinci birlikte yaşamanın garipliğiyle susmaya devam etti. Sevilenin sevgisi, işte tam da o anda teselliydi. "Mutlu."
Sonra anladı ki bu susuş, içindeki suya düşen taşın dalgalanması gibi, bir müddet sonra ruhunda küçük bir sarsıntı daha yaşatacaktı.
Hasta bir kalbi üzmek için ufak bir dokunuş, üfleyiş, minik bir hareketlenme kafi gelmekteydi.
..
Hayatta hiçbir his tek başına açıklanamaz. Sadece birinin derinine indiğinde, hepsine tesadüf edebilir, anlık bir harekette maziden kocaman hatıralar bulabilirsin.