Sayfalar

Cumartesi, Nisan 14, 2018

YEREBATAN ESERLERE İLK BAHANELER

Bu yazıda Yerebatan Sarnıcından değil, yere batmış yapılardan bahsedeceğim. 

"Nasıl oluyor o?" demeyin. Belki de her gün yanından geçtiğiniz çeşmenin tekne kısmı neden çok aşağıda veya musluğu cüceler için yapılmışcasına alçak, işte bu soru(n)un cevabı, yapıların zamanla zeminden alçakta kalması diyebiliriz.


Özellikle İstanbul'da bu şekilde çok fazla yapı var. Bazısı neredeyse yerle yeksan olacak kadar gömülmüş.
Mesela ilk etapta aklıma gelen bir örnek Sultanahmet Meydanındaki sütunlar. Sultanahmet Camiinin temeli kazılırken (1616), çıkarılan toprak, geçmişte At Meydanı olarak isimlendirilen bu meydana yığıldı. Dolayısıyla zemin yükseldi ve meydandaki taşların kaideleri (alt kısımları) toprağa gömüldü. 1856 yılında British Museum arkeologlarından Charles Newton tarafından, bu eserlerin çevresi kazılarak kaidesi ortaya çıkarılmış ve etrafı bugünkü korkuluklarla çevrilmiştir.


Aslında çok fazla örnek verilebilir ama konu anlaşıldığına göre gelelim başlıkta anlatmayı vaadettiğim "ilk bahane" kısmına. 1800'lerin ortalarında Sivas'ta valilik yapan Giritli Sırrı Paşa, şehirde bir cadde açmak ister. Ancak bu çalışma sebebiyle bazı evler aşağıda kalıp, yarım kapalı denilebilecek hale düşer. Mülk sahipleri çok rahatsız olurlar ve içlerinden biri vaziyetin düzeltilmesi için valiliğe arzuhal verir.

Sırrı Paşa arzuhali görünce şu derkenarı iliştirir:

"Kapını kaldır, altını doldur, sokağa uydur."



İşte bizde şehircilik anlayışının daha ilk nüvelerinin görüldüğü bir demde yaşananlar. Bekri Mustafa'nın mevtaya söylediği gibi: "Gerisini sen düşün"

Hamiş 1: Sırrı Paşa öyle cüheladan da değil, kalem ehli, tanınmış bir aileden. Hatta meşhur Şair Leyla Hanımın da zevci.
Onunla ilgili güzel bir yazı: https://osmanli.org.tr/sirri-pasa/
Hamiş 2: Kaynak olarak kullandığım fotoğrafları Caner Cangül'ün sitelerinden aldım. Bu siteleri mutlaka inceleyin. Çok faydalanacaksınız. Hepsi birbirinden değerli arşivler.
Emeği için Caner'e şahsım adına teşekkürü borç bilirim.
Eski İstanbul fotoğrafları için:
http://www.eskiistanbul.net/
Türkiye'nin güncel fotoğrafları için:
http://www.canercangul.com/
Eski Türkiye Fotoğrafları için:
http://www.eskiturkiye.net

Cumartesi, Mart 31, 2018

ESKİDEN COP'U POLİS DEĞİL, ÖĞRENCİ KULLANIRDI


Onların böyle sakince oturduğuna bakmayın. Copu eskiden asesler değil, suhteler kullanırmış.
Mehmet Zeki Pakalın'ın Tarihi Deyimler ve Terimler Sözlüğü'ndeki "Çop" maddesinde bakın neler yazıyor:

"Çop, uzun kalın ve bazen demir şeklinde kısa bir nevi bastonun adı. Farsça çup'tan bozmadır. Çup, ağaç, değnek, odun, sopa demektir. Medrese talebesi cübbelerinin altında saklar, kavga ve dövüşte kullanırdı."

Tarihte "suhte isyanları" meşhurdur. Anadoluyu kasıp kavuran, halka gadretmiş bu kitap ehli (!) başka bir şakavet kaynağı olan Celalilerle kurutulmaya çalıştırıldıysa da "it iti ısırmaz" hükmünce, zaman zaman birleşmişlerdir.

Düşünebiliyor musunuz? Alim, halim sandığınız suhte, cübbesinin altında cop taşıyor.
Üniversitelere satırla, taşla, sopayla giren gençler gibi. Ee ne demişler: "Kıyafetler değişir, insanlar aynı kalır."


Perşembe, Mart 01, 2018

ARAYICI ESNAFI VE MAZİNİN GERİ DÖNÜŞÜMCÜLERİ

Vakt-i zamanında İstanbul'da belediye hizmetleri yokken, herkes kendi sokağından ve kapısının önünden mesuldü. Evin temizliği kadar kapı önünün temizliğine de önem verilmekteydi ki, ev sahibinin temizliği, dirliği, tertibi kapı önünden de anlaşılırdı. 
Bir de arayıcı esnafı adı verilen ve çöpçü şubasının emrinde çöp taşıma hizmeti verenler vardı. Garip kıyafetleriyle hemen tefrik edilen bu kimseler, sokak aralarında "çöp çıkaran, çöp çıkaran" diye bağırdıklarından isimleri bu nidayla müsemma oluvermişti. Arayıcı esnafı tabiri caizse Osmanlının geri dönüşümcüleriydi. Evet, bizde belki son 5-10 yıldır belediyelerin gönüllülük esasıyla yaptığı geri dönüşüm hizmetini o dönemlerde bu arayıcılar yapıyordu. 
Evlerden toplanan çöpler belli limanlara götürülür burada teknelere yüklenerek denize dökülürdü. Bu esnada çöpler ayrıştırılır ve her türlü mangırdı, paraydı arayıcı esnafına kalırdı. Başkaca gelirleri olmayan bu insanlar çöpten çıkan şeylerle geçimlerini sağlardı. Öyle hemen yabana atmayın, zira rivayete göre Kaşıkçı elmasını da yine bu esnaftan biri bulmuştur.
Büyük meydanlar Çöpçübaşı riyasetinde Acemi oğlanlarına temizletilir, yine rivayete göre tükürükler kireç dökülerek temizlenir, yere tükürdüğü tespit edilenler de cezalandırılırdı. Keşke günümüzde de böyle cezalar olsa.
Belediye hizmetleri öyle erken devirde değil 1864 yılında İstanbul'da başlamıştır ki, bundan sonra çöp toplama hizmetini Tanzifat ameleleri devralmıştır.


Peki 1. Dünya Savaşı esnasında çöpçülük yapacak erkek bulunamayınca kadınların tanzifat amelesi olduğunu biliyor muydunuz?

Pazartesi, Ekim 03, 2011

Kitap Fuarı Yaklaşırken

fuara gideceklere tavsiyelerim şunlardır:
-erken gidin. ama açılış saatinde orada olmayın. çünkü bir sürü öğrenci grupları olacaktır. girişte boşuna beklemeyin.
- kitaplarını sürekli takip ettiğiniz yayınevleri varsa, girişteki haritadan yerlerini tespit edin ve dolaşmaya bu tespitle başlayın. böylece süreden tasarruf edebileceğiniz gibi, aradığınızı da çabuk bulursunuz.
-o kadar çok çocuk zırıltısı duyacaksınız ki yalnızsanız yanınızda bir mp3 çalar vs olsun. hatta yalnız değilseniz de olabilir. çünkü bir süre sonra yanınızdakiyle bile iletişim kuramıyorsunuz.
-indirimlere çok da aldanmayın. internet üzerinden alışveriş yapmak daha hesaplı ve külfetsiz oluyor. fakat elbette yeni yayınları görmek için güzel bir fırsat. olmadı beğendiğiniz kitapları not alıp, internet üzerinden de satın alabilirsiniz.
-vaktiniz kısıtlıysa, bazı merak ettiğiniz stantların broşürlerini alarak yolunuza devam edin.
-eğer çok vakit geçirecekseniz, cebinize bir çikolata filan atın.

Pazartesi, Mayıs 09, 2011

Yedi Çok Geç. Altısında Neyse Hayat Boyu O...

Yaklaşık altı aya yakın bir süredir bir anaokulunda staj yapıyorum. 6 yaş grubu 24 çocukla uğraşmak, yetişkinlerle uğraşmaktan çok daha zor. Günlük planları gerçekleştirmek, sözgelimi bir drama etkinliği, oyun faaliyetini uygulayabilmek, ilmî bir makale yazmaktan çok ama çok daha zor geliyor bana.
Vakt-i zamanında hasbelkader okuduğum ve devam ettiğim süre zarfında hiçbir şekilde sevmediğim çocuk gelişimi bölümünden uzun yıllar sonra, yetmiyormuş gibi bir de okulöncesi öğretmenliğini bitiriyorum. Hala saçma geliyor. Dört yıl oldu üstelik...
Üstelik lise stajımdaki 6 yaş grubu öğrencilerimle şu anda aynı yaşta olan staj arkadaşlarımdaki o enerjiyi gördükçe büsbütün soğuduğum bu bölümü ne diye okuduğumu soran olursa kendimi avuttuğum tek cevapla karşılık verebilirim:

Çocuklar için yazılmış doğru dürüst tarih kitapları yok. Belki aldığım iki eğitimi birleştirerek bu konuda birşeyler yapabilirim. Onunçün...
Yapar mıyım? Göreceğiz...


Staj günlerim bana çocuk aleminden ne kadar uzak olduğumun bir ispatıydı. Her hafta yeni bir macera, her hafta insanoğlunun küçükken içinde yaşadığı o hayal aleminin, o ütopyanın nasıl da yok olup gittiğinin ilginç bir seyri de aynı zamanda... Fakat diğer taraftan koskocaman egomuzun, rekabet ve kıskançlığımızın küçülmüş, ufalmış ve aslında o değişmez tablosuna şahitlik... Bu kadar değişmeyen ve bu kadar değişebilen başka bir canlı var mı acaba. İç içe tezatlar...

Birçok diyalogtan birini misal edecek olursak:

Arda: Ben hamburger yedim... Yanında kola içtim.
Emirhan: (sağa sola bakılıp düşünülür) Ben de örümcek yedim.
Mefki: Ben kaka yedim!

Aslına bakarsanız "Yedi Çok Geç". Zira insan "altısında neyse hep o imiş." Bunu da öğrendim.




Kansizligimin (!) Delilidir


Vakt-i zamanında yazdığım ve sonra muhtelif örneklerine ve hatta kopyala-yapıştır yöntemiyle direkt kendisine çeşitli sitelerde rastladığım Osmanlı Armasını Tanıyalım yazıma gönderilen bu zarif, bu ince, bu güzel yorum için o meçhul/e insan kişisine teşekkürlerimi borç bilirim. Sayesinde insanın hendesî olarak ne kadar geniş ebatlara sahip olabileceğini bir kez daha müşahede etmiş oldum. Var olsun...

Topkapı Sarayında bulunan o oyma taş armadaki hilalleri nasıl söküp de kansızlaştığıma gelince, sırr-ı müverrihtendir, fâş edilmez!

Perşembe, Nisan 21, 2011

O Mahkemeden Beraat Ettik (?)


Gördüğüm kadarıyla bizim konağın yasak kaldırılmış olsa da bazı arkadaşların yasakları hala devam etmekte. Bunu neye göre, kime göre yapıyorlar bilmem...
Darısı diğer blogların başına...

Salı, Ocak 18, 2011

Cadılar Zamanı Ya da Ortaçağ'ın Günah Keçisi



Dikkat: Bu yazı spoiler içermektedir. Filmi izleyecek olanların okumamasını tavsiye ederim.


Pazar günü ne yapalım ne edelim derken, "Nicolas Cage'in filmi gelmiş, hadi ona gidelim" dedik. Bu tamamen ezbere yapılmış, Nicolas'a olan sevginin ve "evet bu adamın filmine gidersen pişman olmazsın" yargısının bir sonucuydu.
Ne de olsa önceki filmi "Büyücünün Çırağı" bizi memnun etmiş, hoşça vakit geçirtmişti.
Filmin ilginç başlayan ilk dakikalarından sonra, kendi aksiyonu içinde hantal giden, konusu kesinlikle cılız olan, tabir-i caizse gönüllerde karanlık Ortaçağ'a kandil yakma sevdası taşıyan bir filmle karşı karşıya kaldığımızı anladık.

Evet, bir takım cevaplar (!) vardı filmde. Neydi bunlar:

1- Cadı diye birşey yoktur, şeytanın insan bedenine girmesi vardır. Kadınlar çiçektir, onları yakmayalım. Hem zaten bütün o cadı sanılan kadınların içine şeytan kaçmıştı. Bizi aldatan batıl inançlarımız değil, şeytanın hileleriydi.
2- Haç uğruna binlerce insanı katledebilirsin, ama sıra tek bir kadına geldi mi, ne din tanırsın, ne vatan millet Sakarya... İşte orda durmalı, asker kaçağı olmalısın. (Senden de bunu umardım Nikılıs, peki onca insanı öldürürken sevgili vicdanın neredeydi)
3- Haçlı seferlerinde yüzbinlerce kanı döktüren aslında kilise değildi, rahip kılığına girmiş şeytan tarafından kandırıldık. Yine onun hileleri...
4- Edremit'te Araplar yaşar.
5- Veba hastalığı, şehirleşmeyi bilmemekten, altyapı eksikliğinden, temizlik anlayışının yoksunluğundan ve tababete batıl yaklaşımlardan dolayı koskoca Avrupa'yı kırmamıştır. Bilakis, şeytanın kara bir büyüsünden ibarettir...
6- Şeytan yaklaşık 2-2,5 metre uzunluğunda kılsız çirkin bir tür yarasadır.
7- Her kim veya ne olursa olsun, kutsal su ve kutsal bir kitaptan okunacak dualar Şeytanı yok edebilir. (bu hikayeyi sanki daha önce defalarca görmüştüm) Ama siz yine de evde tek başınıza denemeyin...

Hasıl-ı Kelam: Evet bu tarz şeyler çoğu filmde vardır. Bir kurguyla karşı karşıyayız. Mantık aramayabiliriz. Ama bu kadar sıradan bir kurguyu, basit bir tekrarı ve saçma bir aklamayı hiç beklemiyordum doğrusu.
Bir daha olmasın Nicolas, bir daha olmasın...

Çarşamba, Eylül 29, 2010

belagat-ı osmaniyye'den nefhalar*...

*esinti


Belagat-ı Osmaniyye isimli eser Ahmet Cevdet Paşa tarafından yazılmış, kayda değer ilk Türkçe belagat kitabı. O zamana kadar hazırlananlarda Arapça ve Farsça örneklendirmelere çokça yer verilmiş. Kaşgarlı Mahmut gibi Ahmet Cevdet Paşa da bir ispata girmişçesine Türkçemizin belîg bir dil olduğunu ortaya koymuş eserinde. Kendi dönemi içinde birçok tartışmalara yol açmış bu eser. Konuyla ilgili makale ve kitaplar neşredilmiş. Çok fazla ilgi çekmiş olmalı ki Osmanlıca olarak 7 kez yayımlanmış.

Kitapta, "sanayi-i bediiyye" yani "edebi sanatlar" başlığı altında "müşâkele sanatı"ndan bahsedilmekte.
Özetle bu, bir şeyi, sohbetinde bulunduğu bir şeyin ismiyle zikr etmek imiş.
Örnek:
Bir konağa yalınayak gelen fakire "Ne türlü yemek istersin, pişirelim" denilmesi üzerine, "bana bir çift ayakkabı pişiriniz" demesi gibi...

Dilenciye bakınız efenim! İnsanın, "nerede o eski dilenciler!" diyesi geliyor...

hamiş: Kitabın mukayeseli ve transkripsiyonlu tam metni 2000 yılında Akçağ yayınlarından neşredilmişti. Meraklısına...

camları açalım konak havalansın...

Oldukça uzun bir aradan sonra konağıma dönmüş bulunmaktayım. Özlemişim...

Cumartesi, Ocak 02, 2010

Cumartesi, Aralık 26, 2009

Söz bir cevherdir, laf'a kananlara uğurlar olsun...

Bazan düşünüyorum da olaylar veya meseleler karşısında, ilmimiz ve ferasetimiz dar olduğu için mi bizi temsil edenlerin basit insanlar olmasını tercih ediyoruz?
Öyle olduğumuzdan mı niteliksiz ve sathî değerlendirmeleri alkışlayıp taltif ediyoruz? Yok eğer öyle değilsek şu görünen köy için de mi bir kılavuza maaş bağlayacağız?

Her rüzgarla oraya buraya savrulan kuru yapraklar misali, kimin rüzgarı daha güçlüyse yönümüzü o belirliyor. Birileri sahneye bir oyuncu çıkarıyor, hep birlikte tezahüratla alkışlıyoruz.
Dün sokaklardan toplatılan sakallı cüppeli insanlara "mürteci" diyenler, bugün içlerinden birinin "medyatik" konuşmalarıyla sermest ettiler hepinizi (!)

Söz, meramımızı ifade etme aracımızdır. Onun üstünde kelam vardır Büyüklerin vecizelerine "kelam-ı kibar" denilir bu yüzden. Kelamın en büyüğü Mevla'ın kelamı Kur'an-ı Kerimdir.
Buradan hareketle ve Peygamber Efendimizin mübarek sözlerine nazaran diyebiliriz ki hitabette belagat ve fasahat mühimdir. Yani önüne her geleni kürsüye çıkarmak, belki son devrin icatlarındandır. Eğer kabul görüyorsa, "arz" kadar "talep"te de büyük bir arıza olduğu aşikardır.
Sözün altında ise "laf" vardır. Hatta eskiler bunu "laf-ı güzaf" şeklinde terkip etmişlerdir ki "boş laf" demektir. Laf, değersizdir. Çok laf, sarfedeni de değersizleştirir. Hele ki kürsüde o hataya düşmek akıl sahiplerinin yapacağı bir şey değildir.

Şimdi "kralın soytarısı" misali bir cübbeli çıkmış. Ne edep var, ne hitabet. O kral kimdir necidir bilmem ama, muhtemelen "çıplak".
Her laf edenin peşinden gidenleriyse kurt kapar. Belki de o lafbazın kendisi kurttur.

Gayet argo ve üsulden uzak sözleri ağzından dökülürken, "adam da ne güzel söylemiş" demek yerine, şöyle bir düşünmemiz gerekmiyor mu: Bu mesele karşısında efkar-ı umumiyeyi temsil edecek olan sözler bunlar mı? Biz Türk halkı bu kadar kalitesiz mi ifade ediyoruz meramımızı?
Herkesi silkinip kendisine gelmeye davet ediyorum. "Biz böyle iyiyiz" deyip gelmeyenlerin de yarın o cübbeliye kimbilir hangi vesileyle küfür edeceklerinden adım kadar eminim. Lakin biz o esnada daha seçkin ve mühim şeylerle meşgul olacağız. Bizden söylemesi...

Vesileyle Yunus Emre'nin ruhuna da rahmet okumak istiyorum. Bir şiirinde der ki:

Yunus bu sözleri çatar, sanki balı yaga katar
Halka mata’larun satar, yüki gevherdür, tuz degül

Yani ki, söz bir cevherdir. Onu tuz satıcısına emanet edersen, kıymetini tuz pahasına çevirerek satar. Siz siz olun, sözü sahibinden dinleyin.

Çarşamba, Aralık 16, 2009

Aralıkta İstanbul'da Neler Olacak?

Bazı bir takım toplantıları haber verelim:

17 Aralık Perşembe

Sınavlara Hazırlık Aşamasında ve Kişisel Başarıda Motivasyonun Önemi
Neslihan Erözbek
Düzenleyen: Aziz Berker İlçe Halk Kütüphanesi Müdürlüğü
Saat: 14:00
Yer: Aziz Berker İlçe Halk Kütüphanesi Konferans Salonu
Adres: Rıhtım c. Rasimpaşa m. Nüzhet Efendi sk. no: 53 Kadıköy

18 Aralık Cuma

Beyazıt Hamamı Onarımı
Veysel Hazar
Düzenleyen: Röleve ve Anıtlar Müdürlüğü
Saat: 14:00
Yer: Röleve ve Anıtlar Müdürlüğü Salonu
Adres: Matbaa-i Amire Binaları Topkapı Sarayı 1. Avlu içi Sultanahmet

21 Aralık Pazartesi

Yusuf Has Hacib ve Eseri Kutadgu Bilig
Prof. Dr. Zülal Ölmez
Düzenleyen: Milli Yazma Eser Kütüphanesi Müdürlüğü
Saat: 14:30
Yer: Milli Yazma Eser Kütüphanesi Müdürlüğü Konferans Salonu
Adres: Macar Kardeşler c. Feyzullah Efendi sk. no: 1 Fatih

Osmanlı'da Mali ve İktisadi Yapı

Prof. Dr. Mehmet Genç
Düzenleyen: Birlik Vakfı
Saat: 19:00
Yer: Birlik Vakfı
Adres: Yeniçeriler c. no: 13 Çemberlitaş

23 Aralık Çarşamba

Marmaray Sirkeci Kazısı Cam Buluntuları
Doç. Dr. Uzlifat Özgümüş
Düzenleyen: İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü
Saat: 16:00.
Yer: Arkeoloji Müzesi Yıldız Salonu
Adres: Osman Hamdi Bey Yokuşu Sultanahmet

2009 Katip Çelebi Yılı Nedeniyle Katip Çelebiyi Anıyoruz
Prof. Dr. Mustafa Kaçar
Düzenleyen: Şemsipaşa İlçe Halk Kütüphanesi Müdürlüğü
Saat: 14:00
Yer: Şemsipaşa Kütüphanesi Toplantı Salonu
Adres: Şemsipaşa c. no: 43 Üsküdar

25 Aralık

Tarih ve Kültürümüzde Kırım
Dr. Aras Neftçi
Düzenleyen: Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Müdürlüğü
Saat: 14:00
Yer: Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Konferans Salonu
Adres: Ayşekadın Hamamı sk. no: 35 Süleymaniye

28 Aralık Pazartesi

Mesnevilerimizin İlki Kutadgu Bilig

Prof. Dr. Mustafa Kaçalin
Düzenleyen: Milli Yazma Eser Kütüphanesi Müdürlüğü
Saat: 14:30
Yer: Milli Yazma Eser Kütüphanesi Müdürlüğü Konferans Salonu
Adres: Macar Kardeşler c. Feyzullah Efendi sk. no: 1 Fatih

29 Aralık Salı

Şehzade Sancakları ve Şehzadeler

Prof. Dr. Feridun Emecan
Düzenleyen: Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü
Saat: 15:00
Yer: Topkapı Sarayı Konferans Salonu
Adres: Topkapı Sarayı Müzesi Sultanahmet

Salı, Aralık 15, 2009

bu insanlar kime bakıyor?

Bir anda hepsi sizi seyrediyormuş gibi değil mi?

Aslında bizimle ilgilenmiyorlar. Solda Theodosius ve eşi, sağda çoluk çocuğu, mağlup ve esir düşmüş düşmanlarının teslimiyetini izlemekteler.
Zaten bakışlarında bir düşmanlık hissetmemek mümkün değil. "ne var kardeşim, bir şey mi yaptım, ne öyle dik dik bakıyorsunuz?!" diyesi geliyor insanın...

bir de mesaj vermek istiyorum haşmetmeapa:
Efendi, imparator da olsan, koskoca taşı Mısır'dan getirip, İstanbul'un ortasına da diksen, "ölümsüz bir abidem olsun" diye, kafan böyle kopar, yüzün görünmez işte.

Ne demişler: "Padişah da olsan er kişi niyetine"

hamiş 1:
Yukarıdaki sözlerime yapılan bir itirazdan dolayı şunu eklemeyi uygun görüyorum:
Bu taşı İstanbul'a getirtmek isteyen Constantinus idi. Lakin ancak İskenderiye'ye kadar getirtilebildi. Bunu daha sonra Julianus başarmış olsa da, meydana diktirmeye ömrü vefa etmedi. Sonunda Theodosius bu işin üstesinden geldi ve taşı meydana diktirdi. Altındaki mermer kaidenin dört tarafına da çeşitli olayları konu eden sahneler oyuldu.
Taşın adı Theodosius sütunu oldu.
Evliya Çelebi'ye göre, İstanbul'u afetlerden koruyan tılsımlardan biridir.

hamiş 2:
Eskiden bu taşlar öyle derinde değildi. Yani toprağı kazıp kazıp sütun dikmediler.
Bir rivayete göre, Sultanahmet Camiinin temelinden çıkan toprak meydana yığılmış ve oradaki abidelerin kaideleri toprak altında kalmıştı.
1857'de İngiliz bir araştırmacı kazı yaparak, kaidelerin en alt seviyesine kadar ulaşmıştır. Daha sonra etrafı korkulukla çevrilmiş ve bugünki halini almış.

Perşembe, Aralık 03, 2009

Edebiyat Mevsimi

7-12 Aralık tarihleri arasında Sultanahmet Kızlarağası'nda Edebiyatın Mevsimi yaşanacakmış. Festival, çeşitli etkinlikler, söyleşiler ve ödüllerle edebiyatseverlere mevsim meyveleri sunmakta.

İlgisini çekenler, programları merak edenler şuradan buyursunlar:


Salı, Kasım 24, 2009

ism-i oğuz: Oğuz Kimdir, Ne Değildir...

-Oğluma Oğuz ismini vermek istiyorum. ne dersin?
-hmm. bir bakalım Oğuz ne demekmiş.

İşte herşey böyle başladı. Ben ne bilirdim meselenin bu kadar karmaşık olduğunu...

serzenişinden sonra....


Bir çok manalar atfedilen, anlam birliğine varılamayan bazı isimler vardır. Çelişkiler ve farklı iddialarla gelişip zenginleşir. Öyle ki belki ilk kullanıldığı halden bambaşka hallere bürünürler.
"Oğuz" kelimesi de bunlardan biri.
Çok şey söylenmiş Oğuz için.
Bunları toparlamak zor. Ciddi bir çalışma yapmak gerekir. Ama ben işin kolayına kaçmayı düşünüyorum. İşin kolayı bildiğim ve bulduğum kadarıyla Oğuz'la alakalı söylenenleri alt alta yazmak.

Czegledy
, Oğuz'un Uygurların yönettiği birliğin kurucu unsurlarından biri olan Dokuz Oğuz olarak bilinen topluluğun ortak adı olduğunu söyler.
(Karoly Czegledy, "From East to West: The Age of Nomadic Migrations in Eurasia", c.ILI, AEMA, 1983)

Golden'a göre Oğur/oğuz (Çuvaşça r=z), oğul, oğlan, oğlak, oğuş/uğuş vb. gibi akrabalık, akraba olma kavramlarına işaret eden Türkçe oğluq'tan türemiştir. (Bu biçimler, Clauson, Sevortjan, Lessing, Kononoff, Rodoslounaja, Golden tarafından kabul görmüştür.)
(Peter B. Golden, An Introduction to the History of the Turkic Peoples, Wiesbaden 1992)

Bunu, boy birliğini ifade eden bir terim olarak düşünmüş olabilirler. Aynı iddiayla alakalı bir başka örnek Kononoff'un yaptığı çalışma:

Kononoff, Oğuz kelimesinin anlamı konusunda analojik bir sonuca ulaşmış:
Oğuz etnik isimlendirmesinin asıl çekirdiği og-"boy, kabile" kelimesi teşkil eder ki bu aynı zamanda kadim Türklerdeki "o"-"ana" kelimesiyle ve keza "o uk"-"torun-oğul" ve "o uş"-"akraba" ile doğrudan bağlantılıdır.
Böylece başlangıçta sadece kabileler ve kabileler birliği anlamını ifade eden "oğuz" kelimesi, zaman içinde olayların gelişmesiyle birlikte determinatif bir mana kazanarak etnik topluluk ismi haline gelmiştir.
(Gumilev, Eski Türkler, İstanbul 2002)

Faruk Sümer, Oğuzlar isimli eserinde Oğuz kelimesiyle ilgili bazı iddiaları sıralamış. Bunların içinden, hem Sümer, hem de bir çok Türk tarihçi tarafından en çok kabul gören iddia Nemeth'e ait.
Nemeth, Oğuz sözünü ok+uz şeklinde tahlil etmiştir. Ona göre ok, boy; "z" de çoğul edatıdır. Böylece Oğuz=Boylar demek oluyor.
W. Bang başta olmak üzere, bazı bilim adamları Oğuz'daki "ğ" sesininden dolayı, Nemeth'e itiraz etmişler.

Sümer, çürütülen veya kabul görmeyen diğer iddiaları da şöyle sıralar:
- Oğuz Kaan Destanında "ilk süt" anlamına gelen "ağız"ın Oğuz anlamına geldiği iddiası. Fakat destanda, Oğuz Han dünyaya geldikten bir yıl sonra konuşmaya başlayarak: "Sarayda doğduğum için adım Oğuz konulsun" demiştir. Buna göre iki kelime ayrı şekillerde geçmektedir.

-J. Marquart'a göre Oğuz, ok+uz kelimelerinden gelmiştir. Ok=ok, uz=adam demek olup, oklu adamlar manasına gelmektedir. Fakat bu görüş de kabul görmemiştir.

- D. Sinor, öküz; L. Bazin ise tosun kelimesinden geldiğini ileri sürmüşlerdir.

-J. Hamilton, Oğuz'un oğuş'tan geldiğini iddia eder. Fakat oğuş kelimesi de oğuz kelimesiyle birlikte Göktürk Kitabelerinde geçmekte olup, akraba-aile manasına gelmektedir.

Bütün bu iddialardan en tutarlı olanı, yukarıda belirttiğim gibi Nemeth'e ait.

Aydil Erol adındaki bir araştırmacı Adlarımız ismiyle yayımladığı kitabında, tabiri caizse Allah ne verdiyse tarzında bir çalışma yaparak, kaynak belirtme gereği de duymaksızın, her ismin çeşitli manalarını yazmış. Buna göre Oğuz şu anlamlara geliyor:

-Türkiye'nin bir çok yerinde "Hile bilmez, kötülük yapmaz" anlamında kullanılır.
-Sağlam, gürbüz, güçlü.
-Temiz kalpli, dost, iyi arkadaş.
-Köylü, basit, saf, tücrübesiz kimse.
-Mübarek, pak yaradılışlı.


Oğuz Han'ın Kuran-ı Kerim'de geçen Zülkarneyn olduğuna dair iddialar da vardır.
Mesela Neşrî Cihannüma adlı eserinde buna işaret eder:
"Etrak şöyle zu'm ederler ki Hak sübhanehu ve teala Kelam-ı Kadiminde zikr ettüğü İskender-i Zülkarneyn meğer bu ola derlerdi"

Bunun dışında bazı Tevarih-i Al-i Osmanlarda da Oğuz Han'ın Zülkarneyn olduğu zikredilir.

Oğuz Han, yine Neşrî'nin ifadesiyle, "bilad-ı arzı şarkan ve garben ve Çin ve Hatay ve Gor ve Gazne ve Hid ve Sind ve Türkistan ve Deylem ve Babil ve Rum ve Efrenc ve Rus ve Şam ve Hicaz ve Habeş ve Yemen ve Berber..." illerini almış, Şark ve Garp fatihi olmuştur.

Marcel Brion, Asya ve Avrupa'da Hunlar isimli eserinde bu fetihlerin sınırlarını şöyle çizer: Şarktan Garba uzanan Oğuz Han fütuhatı, Kore ve Japon denizinden başlayıp Rusya'nın Volga nehrine kadar ulaşmış ve yirmi altıdan fazla krallık arazisini kaplamıştır.

Leon Cahun, Asya Tarihine Giriş'inde bu noktayı izah eder: "O, bütün dünyayı fethetmiş, yüz on altı sene yaşamış ve hakimiyet timsali olan altın yayla üç oku ölümünden evvel oğulları arasında paylaştırmıştır."

Ek olarak, Fatih Sultan Mehmet'in torunlarından birinin adı da Oğuz Han'dır. Yani Osmanlı hanedanında da kullanılmış bir isimdir Oğuz.

Oğuz kelimesinin anlamını daha iyi anlayabilmek için eski Türk tarihini biraz okumak gerekiyor.
Diğer taraftan Oğuz Han bir peygamber miydi?
Hadis-i Şerif rivayetlerine göre, ins ü cine 124 bin veya 224 bin peygamber gönderilmiş . Bütün kavimlere bir veya birden fazla peygamber gelmiş olmalı. Oğuz Han'ın ise Kuran'da geçen 28 peygamberden biri olduğu iddia ediliyor.
Bu konuyla ilgili de farklı çalışmalar var ve mesele kesinlik arzetmemekte.
İslamî açıdan, peygamber olmayan birine "peygamberdir" demek veya bir peygambere "peygamber değildir" itirazında bulunmak imanî olarak sakıncalı.
Yani bu yönden kesin bir şey söylemek de yanlış (eh fetvayı da verdik hayırlı olsun).

Mihmanhaneden şimdilik bu kadar...

Pazar, Kasım 15, 2009

Mantar Severler'e. Sevmeyenler de Bakabilir

Cumartesi günü ülkemizin tek mikoloji uzmanı Jilber Barutçiyan bir toplantı düzenledi. Bu toplantı, iki aşamadan oluşan mantar toplama seminerinin ilkiydi. Teorik bilgiler öğrendik. Kah neşeli, eğlenceli; kah düşündürücüydü.

Toplantıdan birkaç bilgi vermek istiyorum:

Mantarlar ne hayvan ne de bitki grubu arasında yer almakta. Onlar bu canlılar aleminin araf'ındaki sporlar. Dünyada adları sanları bilinen 800 bin mantar bulunmakta ve bu mantarların %80'i 2mm'den küçük ve tek hücreli. 2 mm'in üzerinde olanlardan Türkiye'de yaşayanlar 10-12 bin kadar ve biz bunlardan sadece 200 çeşidini yiyebiliyoruz. 30 tanesinin ise kültürünü yapabiliyoruz.

Türkiye her mevsim mantarın yetiştiği bir ülke.

Bu araf mahluklarının en takdire şayan özellikleri, tabiatı temizleyip yenilemeleri. Üç çeşit mantar var:
1. Parazitler: Tabiattaki çürümeye ve yok olmaya yüz tutmuş bitki ve hayvanlardan beslenerek ürerler.
Bunlardan bir tür var ki ölü böcekler üzerinde büyüyor.
2- Saprofitler: Ölü organizmaları toprağa çeviriyorlar. Bir nevi toprak üreticileri. Yani bunlar olmasa, ormanlar da yok olur.
3- Mikorizler: Ağaçlar ve bitkilelerle alışveriş yaparak yaşıyorlar. Yani bitki ve ağaç olmazsa bunlar, bunlar olmazsa bitki ve ağaçlar olmaz.

Mantar ne kadar besleyicidir?
Sandığımızın aksine mantarlar protein deposu değildirler. %2 oranında protein ihtiva ederler. %90 sudan oluşurlar. Minarel bakımından zengindirler. Fakat et yemeyenler mantar yesin inancı yanlıştır.
Çocukların yemesi tavsiye edilmez. Hele 3 yaş altına asla tavsiye etmedi Jilber Bey. Haftada 1 kg dan fazla da yemeyin diye ekledi.

Aslına bakarsanız, anlattıklarından, mantarı evimize sokmamamız gerektiğini düşündüm. Tabi ki bu mantarın kötü birşey olmasından değil, kötü şartlarda elimize ulaşmasından kaynaklanıyor.
Mesela poşette saklanması kesinlikle yanlış. 48 saat içinde tüketilmeli. Kararmış olanları yenmemeli.

Bir de köy pazarlarında satılanlar var tabi. Bunlardan mesela Fethiye'de çam göbeği, ekşi mehmet, kızıl bebek gibi isimleri olan bir mantar türü var ki içinde füzelerde kullanılan bir kimyasal yer almakta. Birden öldürmüyor. Zaten asıl öldürücü mantarlar hemen öldürmüyor. Önce organlarınızı tahrip ediyor ki mezkur mantar böbrekleri kullanılmaz hale getirmekte. Uzak durun derim.

Daha bir çok şey var. Şimdilik buraya bu kadarını yazıyorum. Cumartesi günü mantar toplamaya gideceğiz. Elimizde sepetler, çakılar.
Bakalım neler olacak.
İlgisini çekenler şuraya bakabilirler:

http://www.agaclar.net/forum/showthread.php?t=18018

Perşembe, Ekim 22, 2009

Mecazi Aşktan Milenyum Aşklarına

Her tanım bir sınır çizmektir ve bazı şeyler sınır tanımaz. Aşk gibi...

Daha ilk satırda büyük sözler söyletiverir işte böyle.

Eli kalem, dili kelam tutan herkes asırlardır ne çok şey söylemiş ve her söylenen ne kadar eksik kalmış. Söylenenlerin hepsi ondan bir parçayken, o hiç bir tanımın parçası olmamış.

Buraya kadar herşey güzel. Bir solukta yazıldı. Parmaklarım tuşlara dokundukça satırlar artacak ve yine söylenmişlere benzer sözler dizilecek sıraya. Bu yüzden aşkı metheden bu serenatı başladığı yerde bırakıyorum.
Peki maksat hasıl olacak mı?
"Arif olan anlar" hükmünce söylenen söylendiğiyle, anlanansa anlaşıldığı kadarıyla kalacak.
Bundan hasıl olanlar da ya ezber bozacak, ya ezberlenenlerin yanına ilişip izbe bir köşede hayatın fiiline ilişmeyi bekleyecek.

O eski devirlerde söz, gönlün merhemi olup yaralara sürülürken, muhattabını bulamamış çaresiz âşıklara deva olurdu. Çünkü ne telefon vardı halet-i pür melali fâş edecek, ne mail, ne facebook.
İşte bu yüzdendi ki şiirlerde aşktı asıl mevzu. Sevgiliydi, rakipti... Merâmı ifade edebilecek tek kürsüydü şiir. Teşbihler öyle derinleşiyor, öyle uzayıp gidiyordu ki bunca hudutsuzluk içinde Mecnunlar, Ferhatlar dolu dizgin at koşturuyordu.
Bir yandan da şairler ikaz edip duruyordu şaşkın beşeri:

"Can verme gam-ı aşka, aşk afet-i candır
Aşk afet-i can olduğu meşhur-ı cihandır"

Temmeti atılmamış bir kitaba dönüşmüştü aşk... Gelen yazdı, giden yazdı...

Gel zaman git zaman geçti, şimdiki zaman gelip çattı ve aşk bir pazar halini aldı. Kitap olup bestsellere karıştı, dizi olup efsanelerle yarıştı. Sinema filmi oldu, hatta ondördüncü Şubat gününe denk düşürüldü. Oysa aşk bir delilikti ve deliye hergün bayramdı. İki cümlede bir tezattı sözler. Üç yanlış bir doğruyu götürmüyor, iki yanlıştan bir aşk, şak diye doğuveriyordu (!)
Birilerinin içi yandı, birilerinin başı. Ama bu işten çok paralar kazanan da vardı. Yani kiminin de aş'ı oldu.
Hani eskiden bir âşık ve bir de mâşuk vardı ya. Artık bir gâdir ve bir de mağdur vardı. Hatta işi azıtanlarca bir gâdir, onlarca mağdur...

"Din afyondur" diye saf dimağlara fesat karıştıranlar şunu söyleyemediler mesela: "Aşk, afyondur."
Öyle bir mevsimine gelinmişti ki aşkın, afyona dönüşmüştü. Uyutuluyorduk. Kitaplarla, filmlerle, şarkılarla, türkülerle. Hem de güle oynaya, hem de özene bözene...
İnsanlar birbirini yiyordu, birbirinin üstüne hastalıklı hislerini boca ediyordu, aşığım, aşıksın, aşk diyordu da aşkın esamesi okunamıyordu bir türlü.
Çünkü afyonlanmıştık ve belki domuz gribi gibi bulaşıcı bir hastalığa dönüşmüştü artık aşk.
Aslı olmayan şeyin gölgesi de olmayacağına göre, bu yeni aşk ne asıldı ne gölge. Bir yerlerde mi asılı kalmıştı. Ne bilen vardı artık ne bulan. Ne de o kadar önemseyen...

Şairin biri çıktı şöyle dedi:

"başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
bakıp başkasının başkayla kurduğu bağlantıya
aşka dair diyoruz ilk anı bu olmalı "

Ezberlenmiş ve taklit edilmiş şey, elbet aslından uzaklaşır her tekrarda. İşte bu yüzden, icat edildiği günden beri aslından uzaklaşıp şekil değiştiren mecazi aşklara bin şahit de bulunamaz oldu. Çünkü aşkın aslını bilen bir şahit de kalmamıştı ki, her hissinin adını "aşk" koyan aklı avarelere dert anlatılsın.

Mecazi aşklardan, milenyum aşklarına doğru gelindikçe, insanın insana beslediği şeyin ne iken ne olduğunu sorgu masasına yatırıp, üstüne kuvvetli bir ışık tutsak ne görürüz acaba?
Hiçbir şey göremeyiz elbette. Bu hayali ticaretin satıcıları ceplerini doldururken, alıcılarının anlatacak bir "aşk hikayesi" var muhakkak. Replikleri birbirine benzeyen, giriş-gelişme-sonuç örgüsü iki ters bir düz...

Hasılı: Bir aşk varsa, efsanelerde kalmıştır. Gördüğünü zannedenlere geçmişler olsun...
Buna rağmen aşktan hasta olduğunu sananlar varsa da antidepresan ve biraz da terapi öneririm...
Ve ne mutlu hakiki muhabbet ehline ki, aklı başında severler birbirlerini...

Pazartesi, Ekim 12, 2009

şüphe ve kuşku

12.10.09

Türkçe, terim ve deyim zenginliği olan ve çeşitli milletlerin lisanıyla da beslenmiş bir imparatorluk dili. Fakat maalesef gittikçe kısırlaştırılmakta, daraltılmakta.
Mesela Araplardan kalbi, Farisîlerden dil ve can'ı almış, bir de ona kendi yüreğimizi eklemişiz. Her birini farklı mana veya kelimelerle kullanmış, tek bir kelimeyle iktifâ etmemişiz.
Bugün bahsedeceğimiz iki kelimeyse elli yıl öncesine kadar farklı anlamlara gelirken, nasıl olmuş, niye olmuşsa TDK'nın da gayretleriyle eşanlamlı kullanılmaya başlanmış.

İki kelime, yani:
Kuşku ve Şüphe

Öncelikle bu kelimelerin etimolojik yapısını inceleyelim.

Kuşku Türkçe bir kelime. Kamus-ı Türkî'de: Kuş gibi korkup ürkme, irtiaş (titreme), tevahhuş (korkma, ürkme) olarak tanımlanmış.
Yani kelimenin kökü kuş. Ancak aldığı ek, isimden isim yapan değil, fiilden isim yapan -gi eki.
Burada elbette bir problem bulunmakta. Fakat kelime dilimizde bu şekilde kullanılagelmiş.

Şüphe ise Arapça bir kelime. "Şibh" yani benzemek kelimesinden geliyor. Arapça kamusta yazıldığı üzere: "şebbehe" karıştırmaya sebep olmak; "eşbehe" benzemek; "eştebehe" karışık geldi demektir.
Teşbih kelimesi de aynı kökten gelmektedir.

Buna göre;
Kuşkuda bir korku, sakınma, çekinme, hoş olmayan bir şeye uğrama endişesi vardır. Vesveseli bir haldir. Olmayan bir şeyin olma ihtimali mevzubahistir.

Şüphe ise var olan şeylerle ilgilidir. Yani iki veya daha fazla şey arasında hangisi olduğunu kestirememek. Ki yukardaki "benzemek" köküyle ilişkilendirirsek, iki benzer hal arasında kararsız kalma durumu da diyebiliriz. Bir şeyin olup olmadığı hakkındaki tereddüt de yine şüphedir.

Günümüzde aynı manaya gelen bu iki kelime, görüldüğü üzere farklı iki hali ifade etmektedir.

Her ne kadar halk dilinde birleştirilmiş olsalar da mesela psikiyatride yukarıdaki ayırım söz konusu imiş. Bu konuda öğrendiklerimizi de ekleyelim:
Şüphe emin olamama durumudur ve obsesyonun tipik özelliğidir. Obsesif kompulsif bozukluk gibi.
Kuşkuysa daha çok zarara uğrama endişesi içerir ve psikozlarda görülür.

Demek ki biz halk dilinde her ne kadar aynı manada kullansak da işin erbabınca hiç de öyle değil.

hamiş: İlim-bilim deyip ekşisözlüğü referans olarak göstermek belki biraz ekşi gelebilir ama kalkıp daha karmaşık ve anlaşılmaz birşeylerle meseleyi dağıtmak istemedim. Konuda uzman olmak değil, o hastalığın ne olduğunu az çok anlayabilmekti amaç.

Cumartesi, Ekim 10, 2009

Mehriya Masalı II


10.10.09


Suskunlukları tam kırk gün sürdü.
Konuşan insan, konuştuğu her lahzada dünyada var olan bir hakikate karşı dikkatsizleşirdi. Dikkati kendi kelamında toplamanın da elbet bir bedeli vardır. Susan hep daha ince görürdü.
-Tam kırk altın!
Kırk birinci günün sabahında ağızdan çıkan ilk sözdü bu. O an bir hikmet daha kayıp gitmişti gözlerinden.
Otuz dokuz gün yağmur yağmış ve o sabah ilk kez güneş açmıştı oysa. İnsanın yaratıldığı çamur kıvamındaydı toprak.
Tek bir cümleyle hikmet gitmiş, dil çözülmüştü.
İlerde beliren karartı önce buharlaştı. Sonra yeniden yağan yağmurla birlikte o hikmetli toprağa düştü.
"-Ben sizin içinize düşen nifak tohumlarıyım. Kaşlarınızın arasındaki köşk mülkümdür artık."
Uzun süredir konuşmayan diller çözülünce bu söz de kulaklara erişmeden kayboluvermişti.
-Bu altınları gömelim.
-Ya içimizden biri gizlice alır kaçarsa?
-Şu karşıki tepeye diker ve birbirimizi kollarız.
-Ya uyursak?
-Her gece iki kişi nöbet tutar.
-Yarın yola çıkalım. Bu gece uyumayız.
Karartıyı hatırlayan yoktu. 40 günün sonunda, kafaları bulandırıp suskunluk hazinesini sunan o bilinmez unutulmuştu çoktan.

Ertesi gün yola çıkıldı...

Pazartesi, Ekim 05, 2009

Bir Klişenin Tiyatral Hali: Çıkmaz Sokak

05/10/2009

Tiyatro sezonumuzu açtık. İlk oyunumuz, Şehir Tiyatroları için yeniyse de daha evvel pek çok kez gösterilmiş ödüllü bir oyun:
Çıkmaz Sokak
Yazarı, yönetmeni, oyuncuları hakkındaki bilgilere ŞT sitesinden ulaşabilirsiniz.

-dikkat spoiler çıkabilir- (sonunda ben de kullandım bu kelimeyi)

Oynun sahnesi ve kostümler iyiydi. Oyuncuların performansı da gayet yerindeydi.
Fakat asıl sorun oynun kendisindeydi diyebiliriz. Her ne kadar Yunanistan'daki cuntayı anlatsa da genel anlamda bütün dünyada eleştirilen işkence meselesi işlenmiş. Bir olay örgüsü var. Ancak oynun ikinci bölümündeki diyaloglar bir süre sonra kendinin tekrarı olmakla kalmayıp, son derece klişe mesajlar vermeye başlıyor. Tabiri caizse bu bölümü seyretmek yerine, işkence karşıtı bir protesto gösterisini izleseniz daha fazla heyecana kapılırsınız. Bu yeknesaklık içerisinde oldukça ezber dolu ve sıradan cümleler oyna olan dikkati oldukça azaltmakta.
Oyunda Celika, işkencecisine öfkeyle ve hırsla bağırırken, ona değil seyircinin vicdanına hitap edercesine salondakilere doğru sesleniyor. Yani baştan sona mesaj mesaj mesaj...
Tiyatronun mesaj veren bir dili ve görevi de var ve şahsen işkenceye karşı böyle bir tepkiyi manalı buluyorum. Fakat benim eleştirdiğim oynun yeknesaklığı ve mesajların kafamıza boca edilmesi. Amaç, içerde kalan kini, haksızlığa tepkiyi dışarı dökmekse ve yol olarak tiyatro seçilmişse, cümleler de klişeden kurtulmuş olmalıydı. Belki onca konuşmanın arasına bir kaç olay eklenebilirdi. Hoş hareketten yoksun değil. Celika mahkumunu gayet güzel itip kaktı. Orasına burasına vurdu vs. (bu arada Celika'yı canlandıran oyuncu, metro-tramvay-trenlerdeki o hoş sesli bayan. nasıl da tezat)
Elbette bu eserin 1980 yılında yazılmış olması, belki kendi döneminde görevini fazlasıyla yerine getirmesini sağladı. 1986-89 yılları arasında büyük bir ilgiyle izlenmiş olması da bunu desteklemekte.
Türkiye'deki herhangi bir ihtilali yaşamış büyüklerimizin ilgisini çekme ihtimali de yüksek. Ne de olsa bir acının her ne şekilde olursa olsun hatırlanması, insanı heyecanlandırır.
Oynun belli bir sonu yok. Ucu açık bırakılmış. Spanos'un alnına dayanan silah, adeta mağdurun vicdanına dönüştürülmüş ve onu bekleyen son seyirciye bırakılmış:
Ya o tetiği çekip öc alınır ya da aynı işkence ve katlin bir parçası olunmayıp silah aşağı iner.

"İşkenceciler ve mağdurları hakkında bir şey bilmiyorum", hatta "cunta da ne demek kardeşim" diyenlerle; "o günleri biz iyi biliriz, gidelim de bir görelim nasıl yorumlamışlar" cümlelerini aklından geçirenler oynu izlesinler derim. Geri kalanlara da -şimdilik- bu sene de gösterilen Maskeliler oynunu tavsiye ederim.

Cumartesi, Ekim 03, 2009

Mehriya Masalı I

I
Yontulmuş selvi ağaçlarının yongaları batınca parmağına, bin yıl önceki hikayeyi hatırladı. Bin yılı yüzdelik dilimlere ayırıp, o dilimler boyunca ölenleri getirdi aklına. Herbenia çiçeklerinin güzel koktuğu için ölülerin mumlayalanmasında kullanıldığını da ve amberin ve miskin... Güzelliği ölümsüzlüğe bağlamak için bir sebep daha vardı yani. Bağladı. Kurduğu bütün bağların arasında kendisinin de bir şeylere bağlandığını farketti mi? Etmemezlikten geldi.
Kanayan parmağına, bir çeşit kaktüs parçasını bastırdı. Bu bitkiyse güzel değildi. Fakat yüzyıllarca Afrika'da güzellik ve sağlık için kullanılmıştı.
Görüntü ve kokunun ötesinde dokuda da güzellik vardı.
Selvi ağaçları da güzel koktuklarından mezarlıklara dikiliyordu.
Güzellik ve ölüm.
Xi efsanesinin, kendini hapseden taşa, her gün bir kere vurarak özgürlüğe kavuşan süslü balıkları yoktu. İstiridyeler de yoktu. Mercan kayalıkları da.

II
Sözün başladığı noktada değildik. Oysa bitirilmiş sözler, verilmiş sözler, alınmış sözler vardı. Hepsi etrafa saçılmış ve başlama noktası kaybolmuştu.
Etrafta minik serçeler uçuşuyordu. Bülbüler vardı az ilerde. Ama artık susuyorlardı.
- Ne de güzel öterlerdi eskiden.
- Dut yediklerinden...
- Burası eskiden hep dutluktu yani!
- Çünkü dut çok tatlıydı, yapış yapış oldu minik ağızları. Yazık.
- Hayır, o dut bu dut değil karıştırıyorsunuz. O aslında tuti idi. Çok konuşurdu. Bülbül de susardı onun yanında. Sonra dut diye kaldı akıllarda.
- Aslında bülbül dut dalındayken gül'e vurulmuştu. O dem sustu. Çünkü bildi ki aşkın dili suskunluktu.
- O sadece bir kuş. Ötmesinin sebebiyse haberleşme.
- Çok sığsın.
- Abartıcısın.
Aşk suskunluksa demek ki aşk buralarda değildi.
- Aşk nerelerde?
- Onu gözümüz tutmayınca, bari esir pazarına götürüp satalım dedik. Sonra baktık ki meğer aşk esir pazaranın sahibiymiş.
- Kanlıları görmesin diye kılık değiştirmiş.
- Bizi de esir alacaktı ki kaçtık, buraya geldik. Asıl ıssızlık bu zemindeymiş.
- Aşk mı geçmiş yani buradan?
- ...
Bir rüzgar esmeye başladı. Kuru değildi, ne soğuktu ne sıcak. Ilıktı ama hoş da değildi.
- Hoşnutsuzluk senin içinde.
- Şair der ki...
- Şairler buraya giremez.
- Onlar da esir pazarındaydı.
- Ama esir tüccarıydılar...

Bir ses duyuldu. Ardından bir karartı belirdi.
- Susalım!

Sustuk.

Perşembe, Ağustos 27, 2009

Hayırlı Ramazanlar/mahya nedir?



Mahya, Farsça “mâh”, yani “ay” kelimesinden gelir. “Ay’a özgü” demektir. Yazılışından dolayı “mahiye” veya “mahiyya” diye de okunur.
Eskiden mahya, camilerin minareleri arasına gerilen iplere kandiller asılmak suretiyle hazırlanırdı. Elbette bu kandiller, kandil yağına batırılmış ipin tutuşturulmasıyla yanardı. Yani sadece mahyayı yapmak değil, uygun bir düzeneği hazırlayı;p, yakmak ve nihayet minarelere germek de marifettendi. Bir de buna eskiden Latin değil Arap harflerinin kullanıldığını da eklersek zorluk derecesini anlamış oluruz.
Mahya seyretmek Ramazan eğlencelerinden biriydi diyebiliriz. Zira mahyacılar maharet ve ustalıklarına göre çeşitli yazı ve şekillerle minareleri donatırlardı. Öyle ki teravih namazından önce bir yazı varsa, namazdan çıkıldığında farklı bir yazıyla karşılaşılırdı.
Minarelerin mahyayla süslenmesi 1723 yılında gelenek halini alarak günümüze kadar ulaşmıştır. O yıl, mahya taşımaya tahammülü olmayan kısa boylu Eyüb Camii minâreleri yerine, ikişer şerefeli uzun minâreler inşâ edilmişti.
Ramazanın ilk günleri “Hoş geldin”lerle karşılanırken, birbirinden güzel vecizeler, hadisler, mahyacıların maharetli elleriyle minareleri süslerdi. Bu, hem oruç tutan kişinin motivasyonunu, hem de oruç ayının huşu dolu havasını arttırması açısından güzel bir yöntemdi. Son günlerde ise “elveda, el-firak” yazılı mahyalarla on iki ayın sultanına veda edilirdi.
Mahyalarla ilgili bir diğer bilinmesi gerekense, Osmanlı zamanında iki veya daha çok minareli camileri sadece padişah âilesinin yaptırabilmesidir. Diğerleri tek minareli olmak zorundaydı. Yani mahya, sadece hânedâna ait olan ve “selatin” yani “sultanlar” ismi verilen camilere kurulabilmekteydi.

Salı, Ağustos 25, 2009

Osmanlıca Blog Dersleri 4


KÂF (
ك) HARFİNİN OSMANLICA'DAKİ FARKLI OKUNUŞLARI

Kâf harfini üç şekilde ele alabiliriz:

1) Kâf-i Arabî: Osmanlıca'da ince k sesi veren ve yazılışı (ك) olan harftir.
2) Kâf-i Fârisî: İnce g ve ince ğ sesi verir ve kef harfinin üstüne bir çizgi çekilmesiyle () şeklinde yazılır. Fakat Osmanlıca bir metin içerisinde, umumiyetle bu çizginin çekilmediğini görürüz. Harfin okunuşu, okuyucuya bırakılmıştır. Kelimenin veya cümlenin gidişatına göre kullanılır.3) Kâf-ı Nûni: Osmanlıca'da n sesi Nun (ن) harfiyle gösterilir. Fakat Türkçeye özgü bir vokal olan genizsi n ünsüzü, üzerinde üç nokta bulunan Kâf () harfiyle gösterilir. Bu harf önseste bulunmaz ve okunuşu dikkat gerektirir. Zira yanlış okuyuşlara yol açabilir. Diğer isimleri Nazal N, Sağır Nun veya Sağır Kâf'tır. Kâf-ı Fârisî'de olduğu gibi, Osmanlıca metin içerisinde üç nokta yer almaz. Normal kef şeklinde yazılır ve okuyucunun kuralı bilmesiyle okuyabileceği kelimelerdir. Çok fazla değillerdir. Bir kez okunmakla tanınabilirler.
Not: Anlaşılması açısından örneklerde harflerin işaretli hallerini kullanacağız.

Kural:

1) İkinci şahsın iyelik ekiyle, fiillerin ikinci şahıs eklerindeki n sesi kâf-ı nuni ile yazılır:
2) İşaret zamirlerindeki n sesi veren harf de yine kâf-ı nuni ile yazılır:

Salı, Ağustos 18, 2009

Kürt Açılımı ve Alman Vakıfları

Her kafadan bir sesin çıktığı şu karışık ortamda, biraz daha eskiye gidip, oluşturulan altyapıyı gözden geçirmek gerekmekte. Aslında bugün olanları tarihte aramak yerinde olur. Elbette kimse bir sabah uyanıp, "hadi Kürt Açılımı isminde bir kıyak yapalım" (bir diğer ismiyle demokratik açılım) demiyor.
Bir bebeğin yeni bir hareketi kazanabilmesi, sözgelimi bir nesneyi tutabilmesi için "hazırbulunuşluluk" önşartı gerekmektedir. Bebek o hareketi bir anda yapamaz. Önce kasları gelişmeli, hareketi sağlayacak bir takım alışmaları yapmalı ve bütün bunları kazanmak için de kendisine örnek davranışlar sergilenmelidir.
İnsan beynini bir fikre alıştırmak da böyledir. Öncelikle hazırbulunuşluluk sağlamak gerekir. Önfikirler zerk edilip sürekli canlı tutulan insan aklı, öyle güzel şartlandırılır ki en olmayacak şeyi bile, minik telkinlerle, fikrin bile ötesinde, mecburiyet olarak görmeye başlar.
İşte bu yüzdendir ki Avrupalılar siyaset denen şeyin sabır, ısrar ve bir o kadar da sinsilik ve telkin gerektirdiğini çok iyi anlamış ve bir politika üzerine belki yarım, belki bir asır sürecek planlar yapmışlardır.
Her ne kadar bugün bir takım olaylar tepeden inme gibi görünse de, halkın (yığının), olanları kabullenip, hatta olmazsa olmazlaştırmasında, bu ince telkinlerin, hazırbulunuşluluk sürecinin payı büyüktür.
Bir insana, fikirlerinizi empoze etmenin en güzel yoluysa sanat, edebiyat ve benzeri kültürel faaliyetlerden geçer. O kişiye açık telkinde bulunmak yerine, kültür unsurlarının içine saçmış olduğunuz fikirleri yutturmakla kalmayıp, "bunu ben kendim düşündüm" bile dedirtebilirsiniz.
Hele bir de ekmek bulamayana, bol kremayla süslenmiş pasta ikram ettiniz mi, değmeyin keyfine.
Gelelim Almanya'ya:
Almanya'nın, AB içerisindeki Alman unsurları kuvvetlendirmeye çalışırken, diğer ülkelerdeki azınlıkları, farklı etnik kökenleri kullanarak bölüp parçalama politikasını Fransa, eski Yugoslavya ve Türkiye üzerinde uyguladığını, hatta benzer amaçlı terör gruplarını desteklediğini, Almanya yakın tarihini okuyanlar az çok bilirler.
Bu yazının asıl amacı da aşağıdaki yazıya girizgah yapabilmekti.
Almanya Siyasi Partilerinin Türkiye'de kurmuş oldukları vakıfların faaliyetleri ile ilgili makalenin, bu yeni açılımla olan paralelliğini görmek yerinde olur:

"Federal Almanya'da Türkiye'ye yönelik 'kültür hizmetleri' büyük ölçüde vakıflar aracılığı ile gerçekleştirilir. Söz konusu hizmetler, 'Türk halkına ve politikacılarına demokratik tartışma kültürünü öğretmek'ten 'Elmalı kereste sanayisini teşvik'e, 'özelleştirme ve serbest piyasa ekonomisi dersleri'nden 'gazeteci eğitimi'ne kadar çok renkli bir programı içerir. Türkiye'de 'araştırma kurumu' kisvesi altında çalışmalarını sürdüren Alman vakıflarının hemen hemen tamamı parti vakfıdır.
Aşırı sağcı CSU ve sözde solcu PSD dışında Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan dört partinin tamamının Türkiye'de vakıfları vardır. Ülkemiz ile ilk ilgilenen, Almanya'nın en büyük partisi CDU'nun Konrad Adenauer Vakfı olmuştur. 1984'te şubesini açmıştır. SPD'nin Friedrich Ebert Vakfı'nın İstanbul'a gelişi 1988'de olmuştur. Bunu, 1991'de FDP'nin Friedrich Naumann Vakfı izlemiştir. Birlik 90/ Yeşiller'in Heinrich Böll Vakfı da doksanlı yılların ortasında İstanbul'da faaliyete geçer.
Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan partilerin vakıflarının tümü, federal hükümetin 'Politik Eğitim Fonu'ndan finanse edilmektedir.
Yurtdışı etkinlikleri de yine yüzde yüz federal hükümetçe karşılanır. Konunun uzmanlarından sosyolog Ute Paschner'e göre Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGO'lardır ve Alman dış politikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir.
Alman Dışişleri Bakanlığı'nm elimize geçen bir yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan karışabilmek için ne tür 'kamuflaj projeleri' kullanılabileceği üzerine bir dizi 'pratik örnek' verilmektedir. 'Politik vakıflar'ın bu bağlamda 'diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları' en yetkili ağızlardan itiraf edilmektedir.
Ankara ve İstanbul'da şubeleri bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur: Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizm'in iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükümet sorunu değil, 'yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk devleti' olduğunu kanıtlamayı amaçlar.
Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir: A - 'Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak' ve buna paralel olarak 'Kürtçü gruplar' ile Almanya arasında köprü kurmak. B- 'Toplumun değişik katmanları ile siyasal İslamcıları biraraya getirmek' ve buna paralel olarak 'İslamcılar' ile Alman devleti arasında köprü kurmak. C- 'Alevilerin aşırı İslama karşı oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak.'
İkinci maddedeki etkinlikler, 'Türkiye'de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak' amacıyla, Almanya'da adı var, kendi yok 'federal sistem'i Türkiye'ye tanıtmayı hedefler. FDP'nin Friedrich Naumann Vakfı 'federalizmi tanıtma' çabalarını genelde Batı Anadolu'da yürütürken, Yeşiller'in Heinrich Böll Vakfı 'federal yönetimin nimetlerini' Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir.
Yeşiller'in bu vakfı şu sıralar, Türkiye'nin etnik çetelesini tutmakla meşgul ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi 'araştırma' enstitüleri ile ortak çalışmakta. SPD'nin Friedrich Ebert Vakfı da, daha 'global' bir yaklaşımla 'Türkiye'de sivil toplumun kurulabilmesi' için çaba gösterirken, daha çok 'ekonomi ağırlıklı diyalog arayışı'nda olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiye'de 'İslamı demokrasiyle barıştırmak' yolunda en kapsamlı projeler ise CDU'nun Konrad Adenauer Vakfı'nca yaşama geçiriliyor.
Vakıf ajandasının üçüncü maddesi 'yerli köprübaşları oluşturmayı' öngörür. Almanya'ya davet edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için ödenen Alman 'kalkındırma yardımı', bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak artırılmaktadır.
Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının farklılığından değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır.
Vakıfların tek merkezden yönetildiğine, birbirleriyle oldukça karışık ilişkiler içinde oldukları üzerine bir örnek verelim. Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye şefi, Alman ordusu kökenli Dr. Wulf Schönbohm, vakfın aylık dergisinin Ağustos 1997 sayısında, sekiz yıllık eğitim reformuna 'Türk ordusunun İslam düşmanlığı' derken Türkiye Cumhuriyeti'ni de, 'kuruluşundan günümüze İslamın inanç esaslarını ve dini duyguların belirtilmesini ezmek' ile suçlamıştır.
Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı'nın finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü'nün Müdürü Udo Steinbach'tır.
Daha önce Almanya'nın Paris'teki büyükelçiliğinde askeri ataşe olarak görev yapmıştır. 1971-1975 yıllarında 'Ortadoğu Masası' şefi olduğu Ebenhausen Vakfı'nın Alman dış istihbarat örgütü BND'ye yakınlığı bilinir.
Ülkemizdeki Alman vakıflarının programını en özlü ifade eden kişi sanırım Steinbach'tır. 15 Eylül 1998 günü Katolik kilisesine bağlı Lingen Akademisi'nin çağrısı üzerine verdiği 'İslamın Avrupa için önemi' konferansında şöyle demiştir: 'Sorun, Atatürk'ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını, Türkiye'de yaşanan Kürt-Türk, Müslüman/laik, Alevi/devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri şu güne kadar neden yok etmediler, bilinemez...' Alman devletinin finanse ettiği Steinbach'ın enstitüsünün Türkiye'de bağlantısı olmadığı Alman vakfı ya da 'araştırma kurumu' yoktur.
Örneğin Steinbach'ın elemanlarından 'Alevilik ve Kürtlük uzmanı' Heidi Wedel, hem SPD'nın Friedrich Ebert Vakfı ile yakın ilişkidedir, hem de Amneaty International adına Türkiye raporları hazırlar. Alman Doğu Enstitüsü'nün İstanbul şubesi bünyesinde 'Gazi Mahallesi araştırması'nı da yapmıştır. Bu enstitü, Türkiye'de çalışan tüm Alman vakıflarına 'bilimsel' yol göstericilik görevini üstlenmiştir.
CDU'nun Konrad Adenauer Vakfı, 'Türk gençlerinde dini yaşantı yoğunluğunu' ele alan son 'bilimsel' araştırmasında, Türk gençlerinin 'ezici çoğunluğunun, devletin Müslüman kadınların giyimine karışmasına karşı olduğu'nu kanıtlamış. Araştırmada, 'gerçek laikliğin türbana devlet dairelerinde, parlamentoda da izin vermesi gerektiği' savunuluyor. Frankfurter Allgemeine gazetesinin Ankara muhabiri Horst Bacia da bu araştırmaya gönderme yaparak Merve'yi savunurken, 'Kemalist fosiller'e de veryansın ediyor. Aynı gazetenin İstanbul, muhabiri Rainer Hermann da, Alman Doğu Enstitüsü'nün dergisi 'Orient'te, kimi hoca efendileri 'artık eskimiş Kemalizmin yerini alması gereken umut işaretleri' olarak övmektedir.
Merkezi Bonn'da olan ve kurucuları arasında Alman Federal Parlamento üyelerinin de bulunduğu Şeyh Said Vakfı'nın da (1996) çalışmaları doğrudan ülkemiz ile ilgilidir. Şu anda Türkiye'de şubesi olmayan vakıf, amaçlarını şöyle açıklamaktadır: 'Almanya'da yaşayan tüm Müslümanlara dini, sosyal ve kültürel hizmetler sağlamak... Kürt halkı ile Alman ve Avrupalı halklar arasında diyalogu geliştirmek... Kürdistan'daki savaş kurbanlarına destek sağlamak... Almanya'da yaşayan Kürtlerin yaşam standardının yükselmesi için çaba harcamak... Kürt çocukları ve gençleri için gençlik örgütleri kurmak...' Vakfın Başkanı Ali Homam Ghazi, 'Apo'nun Bonn temsilcisi' olarak tanınır. Daha önce sözü geçen Udo Steinbach'la da çok yakın ilişki içinde olduğu bilinir. Kurucu üyelerden Heinrich Lummer ise Alman Parlamentosu'nda CDU milletvekilliği ve Berlin İçişleri Senatörlüğü görevlerinde bulunmuştur. Şeyh Said Vakfı kurulmadan önce, 1995 yılında, Abdullah Öcalan ile ikili görüşmeler yapmıştır.
Almanya kökenli vakıflar, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ni dıştan ve içeriden kuşatmaya alma çabasında.
Tümü de, 'biz NGO'yuz' diyor. Ancak 'sivil toplum', 'küresel ekonomi' ve 'insan hakları' için uğraşı verdiklerini iddia ederken, 'Türk devletinin varlığı sorundur, Türk ulusu uyduruk bir yapıdır' da diyebiliyorlar. Hepsi de 'dost ve müttefik Almanya' hesabına çalışıyor. Söylev'deki 'Her tarafta ecnebi zabit ve memurları ve hususi adamları faaliyette...' sözlerini hep anımsamalıyız. Son olarak birkaç ay önce yine İstanbul'da Robert Bosch Vakfı'nın şubesi kuruldu. Bu son gelişmeden daha hiç kimsenin haberi yok."

Tamer Bacıoğlu, "Türkiye'de Alman Vakıflarının Marifetleri", Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.

Perşembe, Ağustos 06, 2009

aaah güzel istanbul

"Elveda Şarkın güzel ve ölümsüz kraliçesi!
Zaman bahtını, güzelliğini bozmadan değiştirsin ve
çocuklarım seni bir gün benim
seni gördüğüm ve terkettiğim aynı
delikanlı heyecanının sarhoşluğu içinde görebilsin"
(Edmondo de Amicis, İstanbul*)


Şehir nesneldir. En basit tanımıyla yaşanılan, hayat sürdürülen yer.
Sokrat, bunu daha da anlamlandırarak, şehirlerin felsefenin yurdu olduğunu söylemiştir. Her ne kadar günümüzde gözardı edilmiş ve homojenliğini kaybetmiş olsa da felsefe ve şehir arasında bir symbiosis yani ortak yaşamın varlığı sözkonusudur. Bu anlamda şehirler, düşüncenin ve büyük kitle hareketlerinin merkezi, beyni konumundadır. Şehrin bu özelliği onu her daim dinamik tutar. Elbette bu, günümüzdeki "yerleşim birimi" tanımındaki şehirden daha ötebir mefhumdur.
Fakat bazı şehirler vardır ki, onlar bu nesnel yapılarından çok daha derin anlamlar kazanarak, kişiliğe bürünmüş ve öznelleşmişlerdir. Onlara artık sadece bir şehir gözüyle bakılmaz. Kimi zaman bir kadına benzetilir, kimi zaman gamsız bir yarene. Eşe, dosta, akrabaya: Hasılı insana. Konuşulur, sitem edilir, bir sevgiliyi özler gibi özlenilir.

İstanbul da bu şehirlerden biri. Efsanesi Hz. Süleyman'a kadar dayanan, adına yüzlerce, binlerce şey yazılmış, çizilmiş, söylenmiş güzellikler diyarı.

"Tarih değişmez, değişen tek şey kıyafetlerdir." diyordu İskender Pala bir konuşmasında. Öznelleşmiş bir şehrin kıyafetleri gibi. Ne kadar değişirse değişsin, dokusu, tavrı değişmeyen; köhneliği ve güzelliği, hatta trafik sorunu, kalabalığıyla, hep o aynı şehirdir İstanbul.

Atıf Yılmaz 1966'da çevirdiği "Ah Güzel İstanbul" filmiyle, yozlaşmayı, değişimi ve bir şehrin bozulduğu halde, nasıl hala umut kapısı olduğunu çok güzel anlatmış.
Sadri Alışık'ın kendine has uslubu, kullandığı yarı beyefendi yarı sokak ağzıyla olaylara bakış açısının yanında, silik silik de olsa İstanbul manzaraları olan filmi izlemenizi tavsiye ederim.
Haşmet... Seyyar Fotoğrafçı.
Filmin bu ilk karelerinde çok hoşuma giden bir de söz eder:

"Bizim memlekette şaşkınlık yaraşır delikanlıya..."






Ve şiir:

SEYYAR FOTOĞRAFÇI

Çek artık Osman Usta çek
Kapağı bir açışta
Şu bütün sabırsızlığımın resmini
Tam işte o dakikadayım
Hani o her şeyden her şeyden
Sıkıldığım dakikada

Başını şöyle tut diyorsun
Elime doğru bak
Hayır ben o yana bakamam
İstemiyorum öyle durmak

Nedir o öyle
Girecekmişim gibi bir işe
Bıktım usandım rötuştan pozdan
Az mı ezildim az mı büzüldüm
O öldüresiye nazlardan
O hep karşılıksız aşklarda

Bu olduğum gibi sade
Görünebildiğim kadar silik
Dakikada çekersin diye resmimi
Osman Usta bunun için seçtim seni

Deniz gibi sokak gibi ev gibi duracağım
Senin karşında istediğim yana bakarak
İşte öyle çek Osman Usta
Hani o bir bakışta
Halime hayran olarak

S. Aldanır

Hamiş:
* Edmondo de Amicis'in seyahatnamenin ötesindeki bu kitabı, kendi asrındaki İstanbul'u çok ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. Bir Batılının gözüyle şehrin kozmopolit, çok sesli ve çok renkli yapısını keyifle okuyabilirsiniz.
Bu vesileyle TTK'nın Temmuz'a kadar yaptığı %50 kitap indirimini Aralık'a kadar uzattığını belirtmekte fayda görüyorum.
Amicis'in kitabı da TTK yayınlarından çıkmakta. İnternet üzerinden rahatlıkla alabilirsiniz. Çok da ucuz.
Meraklılar için buradan...

Pazar, Temmuz 26, 2009

Osmanlıca Blog Dersleri 3

Kalın ve İnce Ünsüzler:

Bugünki 29 harfli Latin alfabemizde, Osmanlıca'da yer alan bazı kalın ve ince ünsüz harfler tek harfle ifade edilmektedir.
Bu harfleri şöyle sıralayabiliriz:

k -> ك (kef)
-> ق (kaf)


g-ğ -> ك (kef)
-> غ (gayın)


s -> ص (sad)
-> س (sin)
-> ث (se)


t -> ت (te)
-> ط (tı)

Bu harfler kalınlık ve inceliklerine göre, kelimeyi kalınlaştırır veya inceltir. Yani bir kelimeyi okumaya başlarken, sadece ilk harfi değil, peşinden gelen harfi de göz önünde bulundurursanız, yanlış okumaların önüne geçmiş olursunuz.

Bir örnek verelim:
AK ve EK kelimelerinin Osmanlıca yazılışlarını gördüğümüzde, ince ve kalın harflere bakarak okumamızı düzgün olarak yapabiliriz.
Şöyle ki:

اق -> AK

اك -> EK

not: Kef harfinden bahsetmişken, bu harfin üç türlü kullanımı olduğunu da eklemek gerekir. Fakat bu konuyu tek başına bir sonraki derste ele almak istiyorum.

Konuyu anlamamız için çeşitli kelimeler yazmakta fayda var:

Kural:

Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri bir tarafa koyarsak, Türkçe kelimelerde ط (tı) ve ص (sad) kalın harfleri yalnızca kelimenin başında yer alır. Kalın ünlülü kelimelerde iç sesi veren T ve S harfleri yazılırken ت (te) ve س (sin) harfleri kullanılır.
Kuralla ilgili örnekleri şöyle sıralayabiliriz:


Yani buradan şu sonucu da çıkarabiliriz: Eğer bir kelimenin baş harfi dışındaki harflerde ص (sad) veya ط (tı) varsa, bu o kelime Türkçe değil, muhtemelen Farsça veya Arapça kökenlidir.

Nazar-ı Dikkat:

Alfabemizdeki bu durum, zaman zaman bazı kelimeleri yanlış telaffuz etmemize sebep olmakta. Hatta bu yüzden galatlaşmış pekçok kelime de vardır. Osmanlıca bilgisi, kelimeleri doğru telaffuz etmemize de yardımcı olur.
Mesela ikâmet (اقامت) kelimesinde her ne kadar şapkalı a kullanıyor olsak da bu a inceltilerek okunmaz. Çünkü a'dan önceki k harfi, parantez içinde de belirtildiği gibi ك (kef) ile değil ق (kaf) ile yazılmaktadır.
Yani aslında "ikaamet" şeklinde yazılması daha doğru olurdu. Fakat bu şekilde kullanılıp kabul görmüştür.
Bu konudaki örnekleri çoğaltmak mümkün. Lakin sözü fazla uzatmaya gerek yok.

Hamiş: Osmanlıca derslerine ilgi gösterip, bunu mail veya yorumla belirten arkadaşlara da teşekkürler. Sayelerinde tembellikten sıyrılabiliyorum.

mihmanhane iktibas salonu

Efendim konağı büyütüyoruz.
Karanlık odadan sonra, okuduğum kitaplardan iktibasların yer aldığı yeni bir odamız daha oldu.
Buradan buyrun:

iktibas

Hayırlı ve dahi uğurlu olsun...

Pazar, Temmuz 19, 2009

Cami mi Müze mi? (Kündekari Nedir)

Bir süredir kündekari* sanatı üzerine hazırlayacağım makale için fotoğraflar çekiyorum. Gelin görün ki bu sanatın en güzel örnekleri Osmanlı öncesi döneme ait olup, Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde.
Kündekari makalesi için önemli bir örnekse Bursa Ulucamii'nde bulunan minber. Bu minber, kündekarinin inceliklerinin yanı sıra, astronomiyle olan alakası açısından da ayrı bir öneme sahip.
Şöyle ki:
Minberin, mihraba bakan sol cephesinde güneş sistemi, sağ cephesinde ise galaksi sistemini rezmeden küre şeklinde kabartmalar yer almakta.
Öyle ki güneş sistemindeki gezegenler, sırasıyla konumlandırılmış ve büyüklükleri de orjinalinde olduğu gibi birbirinden farklı.
Yine ilginç bir başka noktaysa Plüton gezegeninin diğer gezegenlerle aynı açıya yerleştirilmemiş olması.
Yani 607 yıl öncesinin astronomi bilgisinin ne seviyede olduğunun güzel bir örneği.
Hatta bununla da yetinilmeyip, kündekari gibi yüksek geometri bilgisi gerektiren bir sanatla, üçgen bir cepheye adapte edilmesi de ayrı bir konu.
Minber yakın zamanda restorasyondan geçti. Bursa'ya gidip fotoğrafını çekmeye zaman bulamadığım için Fotoğrafçı Mustafa Demirbaş Beye rica ettim. Sağolsun onca projesinin arasında, Bursa'ya uğradığı bir vakitte minberin fotoğrafını çekti. Fakat kötü bir haber vererek.
Minberi camekan içine almışlar.


Türkiye'nin herhangi bir başka camiinde böyle bir uygulama gerçekleşmiş mi bilmiyorum ama, İstanbul'daki Selatin camilerinin hiç birinde böyle saçma bir şey yapıldığını görmedim.

Süleymaniye Camii'nin iddialı restorasyonu yakın zamanda sona erdirecek. Orada da böyle bir şey yapacaklarını sanmıyorum.
Amaç tarihi korumaksa, size, onlarca değil yüzlerce korunmaya muhtaç eser sayabilirim. Mahvolmuş, yıkılmaya yüz tutmuş ve VGM'nin Kültür Bakanlığının ilgisini beklemekteler. Önce oralarda incelik gösterilmeli. Bir caminin minberini kapatarak değil.

Camiler ibadet mekanlarıdır. Minber de bu mekanın parçası halini almıştır. Zaman içinde kazandığı fonksiyonu hepimiz bilmekteyiz. Bu yapılan neyin tedbiridir. Minbere zarar gelmemesi için yapılan bir şeymiş gibi düşünmek bana göre fazla iyi niyetli bir düşünce.
VGM'nin ibadet mekanları üzerinde böyle bir hakkı olmaması gerektiğini düşünüyorum. Zira Anadolu'nun her yerinde tarihi değeri olan bir çok cami bulunmakta ve biz öyle her şeyi camekanlar içine sokmaya kalkışırsak, camiler ibadet yerleri olmaktan çıkıp müzeler haline dönüşür ki yine tarimizde camiden müzeye tahvil edilmiş örnek bulunmaktadır.
Hem zaten, turistler de babalarının mekanı gibi girip çıkmaktalar camilere. Bu çok da yabancısı olduğumuz bir durum değil.

Tarihi eserlere ufacık bir tahribatta bulunulmasına bile çok üzülen ben, bu yapılanı anlayamadım. Anlamak istemiyorum. Ama mantıklı bir şekilde anlatmak isteyen varsa da dinlemeye hazırım.

Yine yanlış yerlerden başladık. Oysa ki yasaklar getirmek yerine, insanlara tarihi korumayı ve sevmeyi telkin eden, öğreten sosyal projeler ve ders programları uygulamak, daha kesin ve medeni bir çözüm olmaz mıydı?

-------------------------

*Künde farsça bir kelime olup, iri ve kalın ağaç anlamına gelir. Kündekar kıymetli ağaçları işleyen marangoz ve sedefçi; kündekârî, ince marangozluk ve sedefçilik anlamına gelir.
Daha geniş anlamıyla künde, kündekari tekniğiyle oyulup işlenen ağaçlara denilir.
Bu sanat, Selçuklular devrinde Anadolu'da gelişerek kendine has bir tarz almıştır.
Selçuklular bilhassa kapı, dolap kapağı, mihrapta bu tekniği çok ince işçiliklerle kullanmıştır.
Osmanlı döneminde ise daha sade bir şekil almıştır.
Künde, suyu düzgün olan ağaçların el pırandası ismi verilen özel bir rendeyle tespit edilmiş formlarda oyulması ve geçme (zıvana) tekniği adı verilen geometrik üslubu oluşturacak şekilde, küçük pek çok parçanın ana kirişe monte edilmesiyle meydana gelir.
Bu geometrik şekiller, hazırlanan taslaklar ve geometrik hesaplamalarla oluşturulur ve en önemlisi tutkal veya çivi kullanılmadan içiçe geçirilir. Hem sanat, hem hendese harikasıdırlar.
Sedef, fildişi kakma, oyma işçiliği ve farklı renklerdeki ahşap tablalarla estetik bir görünüm arz eden kündekari tekniği, kapılar, pencere ve dolap kapakları, vaiz kürsüsü, mihrap, çeşitli ahşap eşyalarda kullanılılmıştır.
Kündenin bir özelliği, değişik mevsim veya sıcaklık, nem oranlarında ağacın çalışmasına mani olmasıdır.
İç mekanlarda ceviz, şimşir, armut, kiraz, sapelli (maun) gibi ağaçlar; bezemelerde abanoz, tik, yılan ağacı, venğe, peleseng, sapelli (maun), altın varak, bağa (kaplumbağa dış kabuğu, deniz kaplumbağası), gümüş, fildişi, sedef, yakut ve zümrüt gibi degerli malzemeler kullanılır.
Dış mekanlarda meşe, sapelli (maun), ireko, tik, dişbudak gibi sert hava şartlarına dayanıklı agaçlar seçilir.