Bir süredir kündekari* sanatı üzerine hazırlayacağım makale için fotoğraflar çekiyorum. Gelin görün ki bu sanatın en güzel örnekleri Osmanlı öncesi döneme ait olup, Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde.
Kündekari makalesi için önemli bir örnekse Bursa Ulucamii'nde bulunan minber. Bu minber, kündekarinin inceliklerinin yanı sıra, astronomiyle olan alakası açısından da ayrı bir öneme sahip.
Şöyle ki:
Minberin, mihraba bakan sol cephesinde güneş sistemi, sağ cephesinde ise galaksi sistemini rezmeden küre şeklinde kabartmalar yer almakta.
Öyle ki güneş sistemindeki gezegenler, sırasıyla konumlandırılmış ve büyüklükleri de orjinalinde olduğu gibi birbirinden farklı.
Yine ilginç bir başka noktaysa Plüton gezegeninin diğer gezegenlerle aynı açıya yerleştirilmemiş olması.
Yani 607 yıl öncesinin astronomi bilgisinin ne seviyede olduğunun güzel bir örneği.
Hatta bununla da yetinilmeyip, kündekari gibi yüksek geometri bilgisi gerektiren bir sanatla, üçgen bir cepheye adapte edilmesi de ayrı bir konu.
Minber yakın zamanda restorasyondan geçti. Bursa'ya gidip fotoğrafını çekmeye zaman bulamadığım için Fotoğrafçı Mustafa Demirbaş Beye rica ettim. Sağolsun onca projesinin arasında, Bursa'ya uğradığı bir vakitte minberin fotoğrafını çekti. Fakat kötü bir haber vererek.
Minberi camekan içine almışlar.
Türkiye'nin herhangi bir başka camiinde böyle bir uygulama gerçekleşmiş mi bilmiyorum ama, İstanbul'daki Selatin camilerinin hiç birinde böyle saçma bir şey yapıldığını görmedim.
Süleymaniye Camii'nin iddialı restorasyonu yakın zamanda sona erdirecek. Orada da böyle bir şey yapacaklarını sanmıyorum.
Amaç tarihi korumaksa, size, onlarca değil yüzlerce korunmaya muhtaç eser sayabilirim. Mahvolmuş, yıkılmaya yüz tutmuş ve VGM'nin Kültür Bakanlığının ilgisini beklemekteler. Önce oralarda incelik gösterilmeli. Bir caminin minberini kapatarak değil.
Camiler ibadet mekanlarıdır. Minber de bu mekanın parçası halini almıştır. Zaman içinde kazandığı fonksiyonu hepimiz bilmekteyiz. Bu yapılan neyin tedbiridir. Minbere zarar gelmemesi için yapılan bir şeymiş gibi düşünmek bana göre fazla iyi niyetli bir düşünce.
VGM'nin ibadet mekanları üzerinde böyle bir hakkı olmaması gerektiğini düşünüyorum. Zira Anadolu'nun her yerinde tarihi değeri olan bir çok cami bulunmakta ve biz öyle her şeyi camekanlar içine sokmaya kalkışırsak, camiler ibadet yerleri olmaktan çıkıp müzeler haline dönüşür ki yine tarimizde camiden müzeye tahvil edilmiş örnek bulunmaktadır.
Hem zaten, turistler de babalarının mekanı gibi girip çıkmaktalar camilere. Bu çok da yabancısı olduğumuz bir durum değil.
Tarihi eserlere ufacık bir tahribatta bulunulmasına bile çok üzülen ben, bu yapılanı anlayamadım. Anlamak istemiyorum. Ama mantıklı bir şekilde anlatmak isteyen varsa da dinlemeye hazırım.
Yine yanlış yerlerden başladık. Oysa ki yasaklar getirmek yerine, insanlara tarihi korumayı ve sevmeyi telkin eden, öğreten sosyal projeler ve ders programları uygulamak, daha kesin ve medeni bir çözüm olmaz mıydı?
-------------------------
*Künde farsça bir kelime olup, iri ve kalın ağaç anlamına gelir. Kündekar kıymetli ağaçları işleyen marangoz ve sedefçi; kündekârî, ince marangozluk ve sedefçilik anlamına gelir.
Daha geniş anlamıyla künde, kündekari tekniğiyle oyulup işlenen ağaçlara denilir.
Bu sanat, Selçuklular devrinde Anadolu'da gelişerek kendine has bir tarz almıştır.
Selçuklular bilhassa kapı, dolap kapağı, mihrapta bu tekniği çok ince işçiliklerle kullanmıştır.
Osmanlı döneminde ise daha sade bir şekil almıştır.
Künde, suyu düzgün olan ağaçların el pırandası ismi verilen özel bir rendeyle tespit edilmiş formlarda oyulması ve geçme (zıvana) tekniği adı verilen geometrik üslubu oluşturacak şekilde, küçük pek çok parçanın ana kirişe monte edilmesiyle meydana gelir.
Bu geometrik şekiller, hazırlanan taslaklar ve geometrik hesaplamalarla oluşturulur ve en önemlisi tutkal veya çivi kullanılmadan içiçe geçirilir. Hem sanat, hem hendese harikasıdırlar.
Sedef, fildişi kakma, oyma işçiliği ve farklı renklerdeki ahşap tablalarla estetik bir görünüm arz eden kündekari tekniği, kapılar, pencere ve dolap kapakları, vaiz kürsüsü, mihrap, çeşitli ahşap eşyalarda kullanılılmıştır.
Kündenin bir özelliği, değişik mevsim veya sıcaklık, nem oranlarında ağacın çalışmasına mani olmasıdır.
İç mekanlarda ceviz, şimşir, armut, kiraz, sapelli (maun) gibi ağaçlar; bezemelerde abanoz, tik, yılan ağacı, venğe, peleseng, sapelli (maun), altın varak, bağa (kaplumbağa dış kabuğu, deniz kaplumbağası), gümüş, fildişi, sedef, yakut ve zümrüt gibi degerli malzemeler kullanılır.
Dış mekanlarda meşe, sapelli (maun), ireko, tik, dişbudak gibi sert hava şartlarına dayanıklı agaçlar seçilir.
2 yorum:
Merhaba
Sayfalarınızı ara ara takip ediyorum. Kündekari sanatına olan hayranlığımdan ve mesleğim icabı yazınız dikkatimi çekti. Minberin kapatılmasına sıkılmışsınız. Aslında neden sıkıldığınızı anlayamadım.
Cam gibi şeffaf bir malzeme ile kapatılmış olması hoşuma gitti aslına bakarsanız. Görünebilecek şekilde olması güzel. Bu minberdeki kündekari işçiliğinin çok özel olduğunu anlatmışsınız. Ben de ziyaret etmiştim ama inanın bu yönünü bilmiyordum. Şimdi gittiğimde başka gözlerle bakacağım.
Eşya ile insan arasına perdeler konması hoş değil evet. Bazen insanın canını sıkabiliyor. Ama anlattığınız gibi bir şaheşeri korumanın başka bir yolu kalmadıysa eğer ne yapılabilir ki? Orda namaza duran kaç kişi orda öyle bir kıymetin olduğunun farkında ki? Üstelik farkında olanlar da genelde çalma girişiminde bulunuyorlar. Ben bu tedbirlerin çok kötü olmadığı kanaatindeyim. Yeter ki gözlerden tamamiyle saklayan perdelerle örtmesinler.
Böyle düşündüm ben. :) Selam ve dualar ayrıca teşekkürler.
Merhaba Bahar Hanım
Aslında genel olarak insanlar sizin düşündüğünüz gibi düşünmekteler. Fakat tarihte yaşayan küçük olayların büyük olayların bir halkası olması gerçeğini de ele alarak bakıyorum bu duruma.
Yani biraz tarihçi septisizmiyle
Gerçi düşüncelerimi yazmıştım, yine de böyle bir yorumla karşılaşacağımı tahmin ediyordum.
Size Anadolu'daki bir çok kündekari minber, dolap kapağı, kapı sayabilirim. Hepsini camekan yapalım mı sizce?
Bunun dışında dünyanın en nadir iznik çinileriyle yapılmış camilerde nasıl soygun yapıldığını da anlatabilirim. Veya Mimar Sinan'ın tamamen terkedilip tinercilerin meskeni haline gelen eserlerini. Peki bunlar ne olacak?
Bir yanda aşırı koruma yoluna başvurulmuş bir eser, diğer yanda korumasız yüzlerce harabe.
Bu birinci kısmı. Yani sitem kısmı.
İkinci ve benim asıl söylemek istedğim kısım şu:
Eğer biz bunca zenginliğe sahip camilerimizdeki eserleri restore ettikten sonra camekan ardına alacaksak, bunun sonu nerelere varır. Bu eserler camilikten, yani asıl fonksiyonlarından çıkıp müzeler haline dönüşmez mi?
Artık buralara mesela Bursa Ulucami Müzesi mi demek gerekir.
İşin muhtemel vahim kısmını dile getirdim.
Yoksa inanın bana oranın camekansız halini merak etmeyen, camekanlı haline bakıp bakıp gidecek en fazla...
Düşüncenizi belirttiğiniz için sağolun.
Namık Kemal'in de dediği gibi:
"barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar."
:)
Selamlar...
Yorum Gönder