Sayfalar

Pazartesi, Temmuz 13, 2009

Fransa'daki İlk Daimi Türk Elçimiz ve Maceraları

Yıllar sonra Churchill'ın "menfaatlerin olduğu yerde herkes kardeştir" sözünü sarfedeceği kadar ince bir siyaset ve diplomasi örneği veren Avrupa devletleri, 16. yüzyılda Türkiye'de daimi elçilikler kurmuşken, Osmanlı devleti, ta ki III. Selim devrinde, değişen dengelere ayak uydurabilmek adına daimi elçiliklere karar verdi.
Böylece diplomaside yeni bir devir açılmış, bu da muvazene siyasetinin başlangıcını oluşturmuştu. Ne var ki yeni fikirleri tatbik etmek kolay olmamış, uzun bir dönem Osmanlı siyasetçilerinin tabiri caizse "diplomat ağzı satarken" yüzlerinin kızarması kendilerini ele vermiştir.

Daimi elçiliklere tayin de ayrı bir meseledir: Bu dönemde, yabancı ülkelerdeki her çeşit vazife, üstü kapalı bir şekilde gözden düşmenin işareti olarak telakki edilmekteydi. Nitekim bu hizmet sebebiyle, kafirlerle yaşamaya, onlarla münasebet kurmaya, onların ülkelerinde oturmaya mecbur olunacaktı.

Gelelim ilk daimi Fransız elçimize:
1792 yılında İngiltere'ye gönderilen Yusuf Agah Efendiden sonra, 1797 yılında Moralı es-Seyyid Ali Efendi Fransa elçiliğine tayin olunur. Gayet zeki, cevval ve yumuşak huylu biri olan Ali Efendinin hayatının bundan sonrası adeta maceradan maceraya sürüklenerek devam etmiştir. (gerçekten de ayrı bir hikaye)

Ali Efendi, 52 gün süren Fransa yolculuğunun ayrıntılarını ve orada geçirdiği günleri sefaretnamesinde anlatmaktadır. Küçük yaşından itibaren maliye kaleminde yetişmiş, Osmanlı usul ve erkanını bilen bir adamın, hiç tanımadığı, bilmediği ve yukarıda yazdığım gibi biraz da hafife aldığı Avrupa'ya bakış açısı elbette ilginçtir.

Maiyetindeki mihmandarı Cauincourt, bir Türk katibi, iki Rum tercüman, kahya görevini üstlenen bir ağa, bir oda uşağı ve on üç hizmetkarı ile birlikte 1797 Mart’ı sonlarında İstanbul’dan ayrılır. Marsilya’ya kadar gemiyle gidecek, karantina müddetini orada tamamladıktan sonra, karadan Paris’e ulaşılacaktır.
Elbette bu karantina meselesi Ali Efendiyi biraz incitmekle beraber, Fransız yetkililerin, bunun gerekli bir prosedür olduğu, aşağılayıcı bir durum bulunmadığı yönündeki açıklamalarını yazmaktan da geri kalmaz.
Sıkıcı geçen karantina süresinin nihayetinde Marsilya’ya varılır. Burada resmi üniformalı pek çok ileri gelen ve büyük bir halk kitlesi onu merasimlerle karşılarlar. Ali Efendi bu arada Marsilya gazetelerinin abartılı haberleri ile alay etmektedir: Cüz’i ihtişam gördüklerinde taaccüpleri hadden fazla idi ki, kulunuz yevm-i mezkurda tepesi elmaslıca bir bıçak takınmıştım, gazetelerinde bil-cümle libasımız elmasla murassa imüş deyü tahrir ve neşir ettiler.
Böylece Ali Efendi Fransız magazin dünyasının eğlencesi halini almış, 55 yıldır üzerine ilk kez bu topraklara teşrif eden bir Osmanlı elçisine olan rağbetten faydalananlar için gelir kapısına dönüşmüştür.
Geçtiği şehirlerin halkına bi-edep der. Fakat mesela Vienne halkı “mu’tedil ve edebli” dir. Bu kanaatte, şehrin belediye başkanının bizzat kendi evini hazırlatıp sefiri burada ağırlamasının payı olsa gerek. Adına verilen yemekte Ali Efendi: vükela yanında nisvân-ı melâhat-peyra” ile yemek yemelerine oldukça şaşırdığını kaydeder.
Oradan Lyon şehrine geçilir. Haberi alan halk merasim günü meydanları doldurmuştur. Öyle ki Ali Efendi’nin belirttiğine göre seyircinin add ü hasrı olmayub zukaklar mâlamâl olduğundan" yarım saatlik mesafeyi ancak iki saatte kat ederler. Daha sonra ise kaldığı konak ziyaretçilerle o kadar dolar ki Ali Efendi bunu “düğün evine döndü” şeklinde ifade eder.
Lyon'da dikkatini çeken bir başka şeyse, kütüphanelerin kadın ile "malamal" olmasıdır.
Cylon şehrinin de edepsizliğini dile getiren elçimiz, bulunduğu evin "hamam-ı zenane" döndüğünden yakınarak, ne yaptıysa bu insanları başından defedemediğini anlatır.

Fotainebleau şehrinde eski kral saraylarını gezerken, kraliçelerden birinin Osmanlı hanım sultanlarının sarayına benzeterek yaptığını iddia ettikleri bir köşk için kendisine “ hanım sultanların sarayına benziyor mu?” diye sormaları üzerine hiddetlenerek "biz onların sarayının içini nasıl bilebiliriz?" şeklinde cevap verip “ ulüvv-ı şan-ı saltanat-ı seniyyeye ” münasib sorular sorulmasını ister.

Ali Efendi, gelişinin dördüncü haftasında adeta “Paris’in Kralı” olmuştur. Öyle ki Parisliler onun her türlü hareketinden etkileniyorlar, konağının olduğu sokak onu görmek isteyenlerle dolup taşıyordu.
Ali Efendi’ye olan ilgi çok fazla olduğundan her gittiği yer insan akınına uğruyordu. Bunu fark eden tiyatro ve bahçe sahipleri, elçi adına geceler tertib ederek bir hayli para kazanmaktaydılar. Şerefine verilen her eğlencenin fiyatı bir iki misline katlanıyordu.

Ali Efendi’nin bütün bu eğlenceler içinde en çok tiyatro hoşuna gitmişti.
Komedyayı şöyle tarif eder:
"Komedya demek müferrih oyun demek olub trajedya mihnetli olan menâkib misalleridir.”
Hatta sefaretnamesinde Voltaire’in bir trajedyasından üç sayfa boyunca bahseder ve oyunun son sahnesinde bütün kahramanların ölmesinden dolayı “ komedyanın derûnu matemhaneye dönüb, Fransızların kimisi ağlar, kimisi inler olmalarıyla ârızı bir sehlet hâdis olmuştur ki vasfında kalem âciz-i beste-i rakamdır”, diyerek bu manzarayı vasfetmekteki acziyetini dile getirir.

Ali Efendi’nin en çok garibine giden olaylardan biri de Odeon Tiyatrosu’nda davetli olduğu bir törende konservatuarı başarıyla bitiren genç öğrencilere mükafat verilmesi sırasında cereyan eder. İçişleri bakanı başarılı erkek ve kız öğrencilere sahnede ödüllerini verirken onları öper. Ali Efendi için bu çok garip bir davranıştır ve bunu şöyle ifade eder: İsbât-ı fen ve hüner edenleri defter mucibince davet ve alâmeinnas (herkesin gözü önünde) duhter ve gulâmları ( kız ve erkekleri) takbil ederek (öperek) Cumhur tarafından bir hediye i’tâ eyledi.”

Paris’te elçiye olan ilgi ve alaka o kadar artmıştır ki, Türk usulü başlık, türban şekli şapkalar, Türk usulü elbise ve odalık giysileri günün moda kıyafetleri haline gelmişti. Kadınlar elçinin ilgisini çekebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar, gazeteler ise Ali Efendi’yle görüşebilen “şanslı kadınlar” ı liste halinde sayfalarına taşıyorlardı.

Burada ayrıca Seyyid Ali Efendi’nin giriştiği siyasi olaylardan da bahsetmek gerekir:
Ali Efendi kendisi için gerçekten şanssız bir dönemde elçi olmuştu. Zira Talleyrand gibi kurnaz bir politikacıyla karşı karşıyadır. Bunun yanında ilk daimi elçi olduğundan, protokol için gerekli bilgilere sahip değildi. Ayrıca Bâb-ı Ali ile istediği gibi haberleşme sağlayamıyordu.
Bütün bu problemlere daha sonra Mısır meselesi de eklenecekti.
Ali Efendi tarafından daha önce hükümete sunulan nâme-i hümâyûn, asıl gayenin iki ülke arasında ciddi ticari ilişkiler tesisi ve kapitülasyonları yenilemek olduğunu göstermektedir.
Bu arada Napolyon Bonaparte, muzaffer olarak ve Avustralyalıları barışa mecbur ederek Paris’e gelir.
Artık Seyyid Ali Efendi unutulmuş, Paris semalarının yeni yıldızı General Bonaparte olmuştu.
Onun dönüşü şerefine Talleyrand’ın 3 ocak 1798’de verdiği ziyafette Ali Efendi de bulunmuş, hatta Bonaparte ile samimi bir şekilde kolkola bile girmişti. Sefaretnamesinde bu baloyu uzun uzun anlatan Ali Efendi davete katılan kadın ve erkeklerin, hele hele devlet büyüklerinin 5 direktör önünde dans etmelerini hayretle izlemiş ve şöyle ilave etmişti: Bunlarda raks marifetten olub ayıb ve ardan değildir.” Daha sonra adet üzere her bir adamın bir kadının eline yapışıp” sofraya tevcih ettiklerini ve de bu sofraya erkeklerin oturmayıp ayakta, kadınların verdikleri yiyecekleri yediklerini kaydeder.
Eğer yeni bir hareket yapmazsa İtalya’da kazandığı zaferlerin ortaya çıkardığı büyülü havanın bozulacağından korkan Bonaparte, Avusturya’da imzalanan barıştan biraz önce Mısır Seferi düşüncesini Talleyrand’a açmıştı. Esasen Ali Efendi Paris’te büyük gösterilerle karşılandığı günlerde iki adam Mısır Seferi düşüncesinde çoktan anlaşmışlardı.
Donanma hazırlığına girişildiği ülkede duyulduğu halde, seferin nereye yapılacağı uzun süre kestirilememişti. Herkes kendine göre fikirler söylerken Ali Efendi, donanmanın Sicilya Adası’na veya Cebelitarık’a gönderilebileceğini muhtemel görüyordu.
Bir görevi de Osmanlı elçisini aldatmak olan Talleyrand, Directouire hükümetinin Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmak niyetinde olmadığını , kat’i bir dille beyan etti.
Onun bu beyanı Seyyid Ali Efendi’yi tatmine kafi gelmiştir.
Kısa bir süre sonra, Bonaparte’in Malta Adası’nı zaptettiği haberi gelince elçinin içi rahatlamış ve durumu Bab-ı Ali’ye ileterek, herkese memnuniyet hasıl olduğunu” ilave etmişti. Osmanlı Elçisi’nin memnuniyeti uzun sürmedi. Zira Temmuz ortalarında, Viyana’daki meslekdaşı İbrahim Afif Efendi’nin hususi kuryesi, ona Bab-ı Ali’den bir talimat getirdi. Bunda, Mısır Seferi meselesinin Dışişleri Bakanı’na tekrar sorulması isteniyordu. Bu talimata uyan Ali Efendi Talleyrand’la görüşmüş ve Bonaparte’in korsan yatağı olan Malta’yı ele geçirmekten başka bir niyeti olmadığı cevabını almıştı.
Talleyrand, onu öyle gerçekçi bir şekilde ikna etmiştir ki olaydan bir ay sonra bile, Doğu Akdeniz’de cereyan eden vakalardan habersizdir.
Seyyid Ali Efendi’nin gafleti III. Selim’i çok kızdırmış; hatta padişah onun, bir tehlike olmadığını beyan eden tahriratı üzerine: “ ne eşek herifmiş diye yazmaktan kendini alamamıştı.
III. Selim kızmakta haksız değildi. Zira, General Bonaparte donanmayla Mısır kıyılarına getirdiği ordusunu 1 Temmuz’da İskenderiyye yakınına çıkarmış, Seyyid Ali Efendi’nin Talleyrand’la mülakat yaptığı günün ertesi de Kahire’ye girmişti.
İstanbul’a Mısır çıkartması haberinin hemen akabinde Fransız Sefiri Ruffin maiyetiyle birlikte Yedikule zindanlarına kapatılır. Bu hadiseden kısa bir süre sonra Talleyrand tarafından mülakata çağırılan Ali Efendiye hapsolunmayacağı açıklansa da Fransa'dan dönememek kendisi için bir hapis hayatı sayılmaktadır.
Artık Ali Efendi, davetlere icabet etmiyordu. Hatta Talleyrand’ın bir akşam yemeği davetini reddetmesi, istenen etkiyi göstermekte gecikmemiş ve bir gazeteci dokunaklı bir şekilde Ey Avrupa milleti, bizim nasıl bir millet olduğumuzu anlayınız! ” diye yazmaktan kendini alamamıştı.
Artık Seyyid Ali Efendi’nin Eski Osmanlı Elçisi olarak mecburi ikameti 3,5 yıl sürmüştü.
Mısır çıkarması Osmanlı tarafından haber alınınca, III. Selim hemen savaşa girişmek yerine zaman kazanmak için çeşitli tedbirler almıştı. Diğer taraftan Bonaparte’in Malta’yı zaptedip, Mısır’ı istila etmeye kalkışması İngiltere ve Rusya’nın menfaatlerine ters düşmekteydi. Bu da, Fransa karşısında; Osmanlı, İngiliz, Rus Devletlerini, menfaatleri yönünden bir araya getirmiş oluyordu. Nitekim İngiliz donanması ( 1 Ağustos 1798 ) Ebukır’da Fransa donanmasını yenerek çok büyük zarar verdi. Bu yenilgiden sonra Osmanlı İmparatorluğu, 2 Eylül 1798’de Fransa’ya resmen savaş ilan etti. Takip eden aylarda da Rusya ve İngiltere ile ittifak antlaşmaları yapmıştı. Bu antlaşmaların en önemli özelliği; Osmanlı İmparatorluğunun bu tarihe kadar Avrupa Devletleri karşısında izlediği yalnızcılık siyasetini terkedip, bundan böyle ittifak siyasetine girişmiş olmasıdır.
Yapılan savaşlar sonunda, Napolyon başarısızlığa uğradı ve gizlice Fransa’ya döndü (Eylül 1799). Seyyid Ali Efendi, bu olaya gerçekten çok sevinmiştir. Nitekim sefaretnamesinde; idarenin beş direktörü için : “ madde-i fitne ve hıyanet ve mâye-i mel’anet ve şeytânet” kişiler olarak söz etmektedir.
Osmanlı Devleti’nin iki müttefiki olan Rusya ve İngiltere ile barış görüşmelerinin başladığı bir sırada, Talleyrand Osmanlı Devleti’yle de bir barış yapmak için kolları sıvar. 3 yıl önce sefer hazırlandığı esnada Ali Efendi’yi nasıl kandırdıysa, 1801’de avantajlı barış şartları elde etmek için yine aynı başvuran Talleyrand bu defa da başarılı olur.
Ancak barış görüşmelerine memur kılınan Seyyid Ali Efendi ile yapılan müzakereler sonucunda hazırlanan senet, 9 Ekim 1801’de Bâb-ı Ali tarafından tasdik olunmadı. Ali Efendi, kötü bir anlaşmaya imza attığından Osmanlı hükümetine küçük düştüğü gibi, Fransa hükümeti nezrinde de itibarını kaybetmişti. Aynı zamanda barış antlaşması esaslarının müzakeresinde faal rol oynayan baş tercümanının Fransa adına casusluk yaptığı da Bâb-ı Ali tarafından öğrenilmişti. Seyyid Ali Efendi ise, baş tercümanının ihanetini sezememiş, aksine onun mükafatlandırılmasını Bâb-ı Ali’ye teklif etmişti. Bu hususları göz önünde bulunduran Padişah III. Selim, Fransa ile barış müzakereleri için, başka birini vazifelendirmeyi uygun gördü ve Amedi Mehmed Said Gâlib Efendi Paris’e gönderildi. Artık Seyyid Ali Efendi’nin diplomatik görevi sona ermişti ve geri çağırılmıştı.
Nihayet 16 Temmuz 1802’de dönüş yolculuğu başlar. Bu kez elçinin mahiyetinde çok az kişi vardır ve geçtiği şehirlerde de büyük törenler yapılmamıştır. Macaristan ve Erdel yoluyla Bükreş’e gelen Ali efendi, Silistre’den Osmanlı Ülkesi’ne ayak bastığında, duygularını şöyle ifade etmektedir: “ Nihayet Silistre kentine geldik ve çok zamandan beri görmeyi arzu ettiğimiz ve özlediğimiz cami ve minarelerin yüzünü görmekle gözümüz nurlandı.”

Osmanlı Devleti’nin ilk Paris ikamet elçisi, iyi niyet sahibi olmakla beraber, kendisinde bir diplomatta aranılan vasıflar bulunmamaktaydı. Mısır Seferi hazırlanışı ve icrası boyunca Seyyid Ali Efendi’nin Talleyrand tarafından aldatılması, baş tercümanı Codrika’nın iki yüzlülüğünü fark edemeyişi de bunu desteklemektedir. Seyyid Ali Efendi elçilik vazifesinde ve daha sonra barış müzakerelerine memuriyetinde başarı sağlayamamıştır. Bunda onun siyasi tecrübesizliği, hiç şüphesiz başlıca sebeptir. Karşısına Talleyrand gibi en usta diplomatlardan birinin bulunması da, daha önce belirttiğim gibi Seyyid Ali Efendi için bir talihsizlik olmuştur.

Kaynaklar:

· Ahmed Refik, “Moralı Es seyyid Ali Efendi’nin Sefaretnamesi”, T.O.E.M, cüz. 20-24, 1329

· E. Z. Karal, III. Selim’in Hatt-ı Hümayunları, Ankara1942

· E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, Ankara 1999

· Ercüment Kuran, Avrupa’da İkamet Eden Osmanlı Elçiliklerinin Kurulması ve İlk Daimi Elçilerin Siyasi Faaliyetleri, İstanbul 1942

· Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, Ankara1992

· Kemal Beydilli, “K. Kaynarca’dan Tanzimat’a Islahat Düşünceleri”, İlmi Araştırmalar 8, İstanbul 1999

· Maurice Herbette, Fransa’da İlk Daimi Türk Elçisi Moralı Esseyyid Ali Efendi, (1797-1802), çeviren ve değerlendiren: Erol Üyepazarcı, İstanbul 1997


2 yorum:

No More Virgilius dedi ki...

Ali Efendi yerine kim olsa aynı duruma düşerdi... Üstelik vurgulandığı şekilde, muhatabı Fouche'nin bile alt edemediği Talleyrand iken.

Esasen "millileştirilmiş büyüklenme ve kibir", uluslararası ilişkilerde hem achilles topuğumuz olmuştur. Cehaletle desteklenince de buyrun cenaze namazına.

Mihman dedi ki...

aradan 300 yıl geçmiş olabilir. ama aynı ikilemleri hala yaşıyoruz.
hala içimizde Ali Efendiler var. Hatta bazan milletçek Ali Efendileşiyoruz (efendi kısmında tereddütlerim var tabi)

bugün 3 günlük 5 günlük turlarına gidip anlata anlata bitiremediğimiz (ki Ali Efendi de anlata anlata bitiremiyor), yıllardır kapısında beklediğimiz avrupayla ilgili konuşmalara "abi adamlar yapmış"...la başlayıp,"bize kurban olsunlar, türk gibisi yok"la bitiren insanlarız.
sezar'ın hakkı sezar'a.
ama işte kadim zaafımız. elimize bi fırsat geçmeye görsün. :)
başbakanımız bile "one minute(s)" dediğinde kara murat gibi, uzun hasan gibi karşılanıyor ülkemizde.
bir de üstüne "ben diplomat ağzı yapmam" deyip monşerlere laf atıyor.
halbuse batı işini ince diplomasiyle bitiriyor son tahlilde.

(yazıyı da günümüze bağlamış olduk, teşekkürler)