Sayfalar

Cuma, Eylül 29, 2006

En büyük asker bizim asker


Bizde adettendir, askerlerimizi davullu zurnalı, düğüne uğurlar gibi göndeririz. Vatan borcu namus borcudur.

Bugün 1914 tarihli Harp Mecmuası'nı incelerken önce bir şehit listesi çıktı karşıma sonra şu beyt:

Bu toprağı Türkün kanı yoğurdu
Annem beni bugün için doğurdu

Aradan nerdeyse bir asır geçmiş. Değişmeyen birşeyler var hala..

Çarşamba, Eylül 27, 2006

Şol Dünya

.
Dünyayı çok sınadık bir bûyimiş
Kamu âlem varlığı bir hûyimiş
Kaplan aslan ejderhâlar cümlesi
Kaynağında ecelin âhûyimiş

Kadı Burhâneddin

bûy: korku, tamah.
kamu: bütün
hûy: tabiat, mizac. (aynı zamanda bir "hu" çekecek kadar. bir hu(y)luk)
ahu: ceylan

Pazartesi, Eylül 25, 2006

Ramazan ve Hırka-i Şerif Ziyaretleri*

Topkapı Sarayındaki Hırka-i Saâdet odası her sene ramazanların on ikisinde Enderunluların temizleme manasına kullandıkları bir tâbirle (pars) edilirdi. Bu münâsebetle (Hırka-i Saâdet) ve diğer emânetler Revan Köşküne nakledilir. Hırka-i Saâdet odasının tozları alınır, şebekenin içi, duvarlar gül sularına batırılmış süngerlerle silinirdi.
Ramazanların on beşinci günleri Hırka-i Saâdet odasında Peygamberimizin hırkası dinî bir merâsimle ziyâret edilirdi. Ata Tarihi bu ziyâret hakkında diyor ki: (Salât-ı zahrdan iki saat evvel padişah, has odalılarla beraber girerlerdi. Has odalılar Hırka-i Saâdetin gümüşten mamul yaldızlı büyük sandukasını gümüş sehpa üzerinden alarak şatrancvârî birbiri üzerine konulmuş som sırmalı ve sâdeler üzerine vaz’ ile nezd-i hümâyûndaki altın anahtarla açılarak derunu münevverine olan 7 adet ağır harir yeşil kadife üzerine som sırma ve inci işlemeli, ekli şeridli bohçaların şeridleri çözüldükte üzerinden açılır iki kanadlı altından yapılmış çekmece yani ikinci mahfazası gene padişahta bulunan altın anahtarla açılır ve bütün has odalılar huzurda bulundukları ve imam-ı evvel ve sânî efendilerle ağalardan olan hasoda imamı ve daha sadâsı güzel müminler ayakla fasılasız Kur’an-ı Azim-i Şan tilâvet eyledikleri halde iptida halife ve sonra işaret buyurduğu sair zatlar tarafından da ziyâret ve telsim edilip ziyâretin sonunda Sanduka-i Saâdet padişah ile mahall-i muhteremine konulur.)
Bir zamanlarda bu ziyâretler esnasında Hırka-i Saâdetin eteği içi su ile dolu bir kazana batırılır, sonra bu sudan teberrüken şişelere doldurulup mühürlü olarak devlet ricâline gönderilirdi. Böyle bir şişe suya mazhar olanlar bunu (zemzem-i şerif) gibi tazim ederler ve oruçlarını bununla iftar edip, şifâ umarlardı. Bu âdeti II. Sultan Mahmud kaldırtmıştı.
Hırka-i Saâdet ziyâretine teşrifata göre dâhil olan devlet ricâli, vezirler, ulemâ ve saray erkânının bu merâsime dâvetleri, katılışları da şöyle olurdu:
Her sene ramazanın 14. günleri kethüda bey vezirlere, Şeyhülislâm efendi tarafından gönderilen defter mucibince de mektubî kalemi, İstanbul kadısına kadar bütün ulemâya nakibüleşraf efendiye ve selâtin camileri şeyhlerine dâvetiye tezkereleri yazarlardı.
Çavuşbaşı ağa da, Yeniçeri ağasına defterdar efendiye sipahi ve silâhtar ağalarıyla cebeci, topçu, arabacı başağalara tezkereler yazar ve bütün bu dâvetiyeler divan çavuşlarıyla sahiblerine gönderilirdi.
Ramazanın on beşinci günü dâvetliler namazdan sonra Babüssaâde önüne gelip (Kubbe-i hümâyûn) tarafındaki yerlerine, ocaklar ağavâtıyla otururlar ve sadrâzamın gelmesine intizar ederlerdi.
O gün Şeyhülislâm efendiyi evinden reisülküttab efendi alıp doğruca Ayasofya Camiine getirir ve bu haberi alan Sadrâzam da Bâbıâli’den kapı takımıyla çıkıp camiye gider ve Şeyhülislâmla beraber namaz kılardı. Namazdan sonra (haberci çavuş) dâvetlilerin (Bâb-ı Hümâyûn)dan girdiklerini bildirir ve Sadrâzamla Şeyhülislâm kapı ricâlinin önüne geçerek topluca saraya giderlerdi
Kendilerini orta kapı haricinde (Rikâb-ı Hümâyûn) ağaları karşılarlar ve atlarından inince Sadrâzamın sağ tarafına (bostancıbaşı), sol tarafına (mirahur-ı evvel), Şeyhülislâmın sağına, (kapıcılar kethüdası) ağa ile soluna (mirahur-ı sânî) ağa geçer ve koltuklarına girip Babüssaâde’ye doğru götürürlerdi.
Babüssaâde’ye yaklaşırken Sadrâzamla, Şeyhülislâm, ağalar tarafından istikbal olunurlar, burada Sadrâzamın sağ koluna Babüssaâde ağası sol koltuğuna (hazinedar başı ağa), Şeyhülislâmın ise sağ koltuğuna (kilerci başı ağa) sol koltuğuna (saray-ı cedid-i âmire ağası) girerlerdi.
Babüssaâde’ye varıldıktan (silâhdar-ı şehriyarî ağa) çelenleri karşılar ve Sadrâzamın sağ koltuğuna geçer, sol koltuğuna da (hâs odabaşı ağa) girer, Şeyhülislâmın koltuklarına da (hâs odalı ağalar) girerlerdi.
(Arz odası) geçildiği gibi diğerlerine izin verilir ve rütbe sırasıyla vezirler, südur-ı kirâm, ulemâ, mirimirandan ise Kaptan Paşa, sonra meşâyih-ı kirâm, Yeniçeri ağası, defterdar efendi, reisülküttab efendi, çavuşbaşı ağa, tezkere-i evvel ve sânî efendi, mektubî efendi, baş bakı kulu ağa, mâliye tezkerecisi efendiler, teşrifatçı Babüssaâde’den girip (Hırka-i Şerife) odasına varırlardı.
Herkes tamam olunca imam-ı evvel ve sânî efendiler Hırka-i Şerife’nin bulunduğu sandukaya mukâbil durarak birer aşir okurlar, sonra sanduka bizzat Padişah tarafından açılarak Hırka-i Şerife’ye yüz sürülme müsâadesi verilirdi.
Merâsime sadrâzamdan başlanır ve sırasıyla şeyhülislâm, vezirler, sudur-ı kirâm, kaptan paşa, yeniçeri ağası, defterdar efendi, reisülküttab efendi, çavuşbaşı ağa ve tezkere-i evvel ve sânî ve mektubî efendiler, baş bakı kulu ağa ve maliye tezkerecisi efendi ve cizye baş bakı kulu ağa ve çavuşlar kâtibi efendi ve emini badehu sipah ve silâhtar ağalar, sonra cebeci, topçu, arabacı baş ağalar, haremeyn müfettişi ve muhâsebecisi ve şehremini ve yazıcı efendi, teşrifâtî efendi, teşrifat kesedârı birbirlerini tâkiben merâsime iştirak ederlerdi.
Sonra gene gelip herkes yerlerinde durur ve meşâyih-i kirâmın her biri (Sanduka-i Şerife) mukabiline varıp iptida duâ ve sonra (ruhsude-i tekrim) eyleyerek dönerlerdi. Sonra Valide Sultanın kethüdası ve rikâb-ı hümâyûn ağaları Hırka-ı Şerife yüz sürerler ve bunu tâkiben Padişahın işaretiyle herkes dışarı çıkıp yalnız sadrâzam, şeyhülislâm ve vezirler kalırlardı. Bu esnâda dışarıda Enderun-ı Hümâyûn hademesinin toplandığı haberi gelince evvelâ vezirler sonra şeyhülislâm ve en nihâyet de sadrâzam, Hırka-i Şerife odasını terkeder ve içeriye Enderunlular girerlerdi.
Sadrâzamla şeyhülislam saraya gelişlerinde olduğu gibi aynı merâsimle gene koltuklarına girilmek suretiyle uğurlanırlar ve orta kapıdan çıkınca (esbi saba reftarlarına) süvar olurlardı.
Hırka-i Şerife odası kapısından girilince tam karşı duvarın köşesinde Hırka-i Şerife sandukası bulunur ve padişah bunun arkasında dururdu.
Bu köşe, kapıdan sonra gelen ocaktan biraz içeri olmak üzere ve ortadaki sütuna kadar iki parça perdeyle örtülürdü. Perdenin içinde padişah, önünde sanduka, sonra sadrâzam ve şeyhülislâm dururlar. Padişahın sağ tarafını da gene perde içinde olmak üzere Darüssaâde ağası, silâhtar ağa ve Enderun ağaları alırlardı.
Şeyhülislâmın altında ve aynı hizâda vezirler yer alırlar ve bunlar perdenin dışında kalırlardı, odanın ocak ve sandukaya mukâbil duvarının kenarına da ulemâ dizilir ve bu hat İstanbul kadısıyla nihâyetlenirdi. Sonra oda kapısının açıldığı duvar kenarında da yeniçeri ağası, defterdar efendi, reis efendi, çavuşbaşı ağa, tezkere-i evvel ve sânî, mektubî ve teşrifâtî efendiler yer alırlardı. Kapıdan perdeye doğru olan mesâfede de şeyhülislâm efendiler dururlardı.
Hırka-i Şerife yüz sürüldükçe sadrâzamla silâhtar ağa üzerlerinde:
Hırka-i Hazret-i Fahr-i Resule
Atlas çarh olamaz bayi endaz
Yüz sürüp zeyline takbil ederek
Kıl şeh-i ümeme arzı niyaz,
yazılı tülbendleri hırkaya sürüp (ruhsune edene) verirlerdi. Merâsimin hitamında yüz sürülen mahal altın maşrapa içinde yıkanıp saklanır ve hırkanın ıslanan yeri de öd ve anberle kurutulurdu.
Mübârek emânetlerin bulunduğu dâireye (Hane-i hassa) denilirdi. Buranın hususî memurları, muhafızları vardı. Enderun bekçiliğini yapan kırk hademe (Has odalılar) diye anılırdı.
Hırka-i Şerif ziyâretlerinde sadrâzam tarafından has odalılara para dağıtılırdı. Sadrâzam o gün has odalılara dört yüz, iki nefer Hırka-i Şerife nöbetçi ağalarına altmış, çizme nöbetçisi ağasına kırk, şeyhülislâm çizme nöbetçisi ağaya yirmi dört, nefer şilteci ağalara otuz, bostancılara on, beş neler has odalı lalalara iki yüz, tülbend ağasına elli, miftah ağasına elli, baş çuhadar ağaya elli, pişkerî ağaya elli, ikinci çuhadara kırk altın verirdi.
Aynı gün teşrifâtî efendi eliyle de ak ağalar kapısında, kapı ağasına on beş zülüflü baltacılara sekiz, orta kapıcılara on beş, ak ağalara altı bölük basılara altı, kapıcılar kâtibine iki, dolayıcıya sekiz, baklava dağıtanlara beş, beyaz külâhlıya üç, meydancılara iki altın çıkınlar içinde tevzi edilirdi.
Hırka-i Şerif ziyâret günü, yeniçerilere de baklava verilmek mutaddı. O gün Orta Kapı tarafından mutfak emini, aşçıbaşı vesâir mutfak hademesi toplanır ve her ocağa (bermucib-i defter) baklavaları dağıtılırdı.

*Asırlar Boyunca İstanbul isimli kitaptan iktibastır.

Cuma, Eylül 01, 2006

Bu Bağ-ı Faninin Gülü, Elbette Fanidir Heman..


Ben şimdi hangi alemi seyrediyorum ki, diller taş. Sözler taşlara râm olmuş.
Kâselerde meyveler ikram ediliyor. İri ve olgun narlar, üzümler, elmalar, taş.

Eğer şah-ı cihan olsan
Felek kaddini bükmez mi
Kara yerde türab olduk
Sana ibret bu yetmez mi

Demet demet çiçekler, lâle, zambak, karanfil, taş. Bir yanına güller takılı serpuşlar. Kimi Serdengeçti, kimi Yûsufî, Mevlevî, Kâtibî, hep taş...
Hû çekiyor kimi derinden, ve “Ya Hû!...”
Kelâmullah’ı nakşetmişler gönüllerinin ortasına. Kimi tâlik, kimi sülüs, kimi divânî, taş:
“Küllü men aleynâ fânin”, “Küllü şey’in hâlikun illâ vechehu”...
Merhûm, kimi merhûme.. Konuşuyorlar, sözlerini işitemiyorum. O vakit yine taştan neferler dikiliyor karşıma.
Başlarından bâd-ı ecel esmiş, âb-ı ecel imiş son azıkları, kimi şirpençe idim, kimi vebâydım, kimi müzminim deyip geçiyor.
Bir taş dokunuyor yüreğime. Destârında gonca gül, ana-baba ıstırabı hala kıvrımlarında, figân etmekte inceden inceye:
“Nevcivânım uçtu cennet bağına”.
Sonra diğeri, şükûfeden tacıyla meskûn bir köşede, gencecik bir hanım:

Emr-i hakkla türlü emraz geldi benim tenime
Bulmadı sıhhat vücudum sebeb oldu mevtime

Bir âlem ki burası, göz daha ilk adımda gördüğünü haber vermekten ferâgat eder. Dem çeker bülbül seherden sabaha, güller açar, sümbüller bakışır, serviler sarar dört bir yanı, serviler ki elif-endam... Itrî bir hava, derinden derine esen rüzgâr, kumruların mahzûn cıvıltıları, uzaklarda bir yerlerde sakince akan suyun şırıltısıyla mest olurken, her adımda ibret, her adımda huşû, karşıda İstanbul’un hayret verici güzellik manzarası ve ölüm yâd edilir her adımda.
Nâmını hayr ile andırmaya eyle himmet
Âleme geldiğine bir taşı terk etme delil
Taşı da, nakşını da mahv eder eyyâm amma
Ebedî, elsinede daim olur zikr-i celil

Perdenin indiği zannedilen bir anda, perdeler kalkar burada ve hala perde var bilirim bakışlarımda.
Bir âlem ki bu mekân, başka bir âlemin kapısıdır. İşte şimdi ben o ilk âlemin dahî sathında yol alıyorum ki, Hüve’l-Baki diye diye bekler kulları, Hüve’l-Hayy ellezi la-yemut...