Bilindiği üzere Sultan II. Abdülhamit Han, İstanbul'un onbinlerce fotoğrafını çektirterek albümler hazırlatmıştı. Bunlar tarihi belge olmalarının yanında, İstanbul'un güzelliğinin birer yadigarı idiler. Çeşitli Avrupa ülkelerine gönderilenler de oldu bu albümlerden. Maksat Osmanlının medeniyet seviyesini göstermekti.
Sanat tarihçisi hocamız Nurhan Atasoy, uzun yıllar emek vererek, Yıldız Sarayı arşivinde bulunan bu fotoğrafların indeksini hazırladı. Daha sonra bunların içersinden seçtikleriyle bir fotoğraf albümü meydana getirdi. Albümde 35 binden fazla fotoğraf yer almakta. Çalışmasıyla ilgili makaleyi okuyabilirsiniz.
"Yadigar-ı İstanbul" ismi verilen fotoğraf albümü, yarın açılacak olan bir sergi ile de tanıtılmış olacak.
Sergi Yıldız Sarayı Silahhane Binasında 17 marta kadar devam edecek. Meraklısına..
Çarşamba, Şubat 28, 2007
Salı, Şubat 27, 2007
Osmanlıca Blog Dersleri I
Birkaç arkadaşımın isteği üzerine, Osmanlıca blog derslerine başlamış bulunuyorum. "Herkes Osmanlıca bilmeli" şiarından yola çıkarak ufak adımlar atıyoruz.
Vira Bismillah :)
İlk dersimizde Arap harflerine ek olarak kullanılan, Osmanlıca'ya Farsçadan geçmiş olan harfleri öğreneceğiz.
Bu harfler:
پ - P (üç noktalı be harfi)
چ - Ç (üç noktalı cim harfi)
ﮋ - J (üç noktalı rı harfi)
Bu üç harf Türkçeye girmiş Farsça kelimelerin yazımında kullanıldığı gibi "çalmak, çarpmak, paşa" gibi bazı türkçe kelimelerin yazılışında da kullanılmaktadır. Ama ekseriyetle bu üç harfin olduğu kelimeler ًFarsça kökenlidir. Biz bu bilgiyi edinmekle, pekçak kelimenin menşei hakkında da ipucu yakalamış oluyoruz. Misal:
پايه - Paye , پدر - Peder , پرهيز - Perhiz
چاره - Çare , چشمه - Çeşme , چمن - Çimen
ﮋاله - Jale , ﮋوليده - Jülide
Vira Bismillah :)
İlk dersimizde Arap harflerine ek olarak kullanılan, Osmanlıca'ya Farsçadan geçmiş olan harfleri öğreneceğiz.
Bu harfler:
پ - P (üç noktalı be harfi)
چ - Ç (üç noktalı cim harfi)
ﮋ - J (üç noktalı rı harfi)
Bu üç harf Türkçeye girmiş Farsça kelimelerin yazımında kullanıldığı gibi "çalmak, çarpmak, paşa" gibi bazı türkçe kelimelerin yazılışında da kullanılmaktadır. Ama ekseriyetle bu üç harfin olduğu kelimeler ًFarsça kökenlidir. Biz bu bilgiyi edinmekle, pekçak kelimenin menşei hakkında da ipucu yakalamış oluyoruz. Misal:
پايه - Paye , پدر - Peder , پرهيز - Perhiz
چاره - Çare , چشمه - Çeşme , چمن - Çimen
ﮋاله - Jale , ﮋوليده - Jülide
Leyla ile Mecnun
Vakti olan arkadaşların Leyla ile Mecnun müzikaline gitmelerini tavsiye ediyorum.
Şehir Tiyatroları Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesinde gösterime giren oynun metin yazarı İskender Pala.
Bir doğu hikayesinin, batılı müzikler kullanılarak yeniden yorumlandığı müzikalin Mart ayı bilet satışları başladı bile.
Meraklısına..
Şehir Tiyatroları Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesinde gösterime giren oynun metin yazarı İskender Pala.
Bir doğu hikayesinin, batılı müzikler kullanılarak yeniden yorumlandığı müzikalin Mart ayı bilet satışları başladı bile.
Meraklısına..
Pazartesi, Şubat 26, 2007
Mesnevi'den
Gerçek olmayan gönüllerin, gerçek olmayan sözleri kabullenmesi
Adam, "hah" demiş, şimdi bu sözü, canla-başla kabullendim. "Doğru, eğrilere eğri görünür."
Bir şaşıya, "Ay birdir" dersen, "bir ay olduğundan şüphe var, işte iki tane" der sana.
Fakat biri, ona güler de "evet, iki tane" derse, bu sözü doğru bulur. Kötü huyun layığı bu.
Yalan, varır yalana katışır. "Pisler pislerindir" buyruğu ışıyıp durmadadır.
Gönlü geniş olanların elleri de geniştir. Körler, taşlık yerde elbette sürçerler, düşerler.
Bir şaşıya, "Ay birdir" dersen, "bir ay olduğundan şüphe var, işte iki tane" der sana.
Fakat biri, ona güler de "evet, iki tane" derse, bu sözü doğru bulur. Kötü huyun layığı bu.
Yalan, varır yalana katışır. "Pisler pislerindir" buyruğu ışıyıp durmadadır.
Gönlü geniş olanların elleri de geniştir. Körler, taşlık yerde elbette sürçerler, düşerler.
A. Gökpınarlı, Mesnevi Tercemesi ve Şerhi
Semt-i Beyoğlu
Arasıra İstanbul'un semt isimleri nereden geliyordu? Daha önceki isimleri neydi? .. Bunlarla ilgili kısa notlar yazacağız.
İlk semtimiz Beyoğlu.
Gelelim "Beyoğlu" ismi nereden gelir? sorusuna.
Bununla alakalı değişik rivayetler vardır. Sırasıyla yazalım:
1- Trabzon-Rum Devleti'ne mensup muhtedi (başka dinden iken Müslüman olan kişi, hidayete ermiş) Prens Aleksios Komninos bu bölgeye yerleştiğinden, yöre zamanla bu ismi almıştır.
2- Kanuni Sultan Süleyman'ın veziriazamı İbrahim Paşa'nın yakınlarından Lovigi Gritti'nin sarayı burada olduğundan. Gritti, Venedik elçisidir ve o dönemde bu elçilere "balyos" ismi verilmekteydi. Kendisine "beyoğlu" diye hitap edildiğinden bu bölge o isimle anıldı.
3- II. Selim devrinin nüfuslu yahudilerinden Frenk Bey Oğlu denilen Don Yasef Nassi'den dolayı.
4- Beyyolu kelimesinin galatlaşmış halidir.
İlk semtimiz Beyoğlu.
Beyoğlu, Osmanlı zamanında Türkler tarafından kullanılan bir isimdi. Bu bölgeye gayr-ı müslimler Pera ismini vermekteydi. Esas olarak Galata ve Pera'nın tamamına birden "Beyoğlu" denilmekte. Fakat bu bölgenin sınırları değişiklik arz ediyor.
Cumhuriyetten önce Galata-Pera-Beyoğlu isimlerinin hepsi anılırken, daha sonra "Beyoğlu" resmiyet kazanmış.
Gelelim "Beyoğlu" ismi nereden gelir? sorusuna.
Bununla alakalı değişik rivayetler vardır. Sırasıyla yazalım:
1- Trabzon-Rum Devleti'ne mensup muhtedi (başka dinden iken Müslüman olan kişi, hidayete ermiş) Prens Aleksios Komninos bu bölgeye yerleştiğinden, yöre zamanla bu ismi almıştır.
2- Kanuni Sultan Süleyman'ın veziriazamı İbrahim Paşa'nın yakınlarından Lovigi Gritti'nin sarayı burada olduğundan. Gritti, Venedik elçisidir ve o dönemde bu elçilere "balyos" ismi verilmekteydi. Kendisine "beyoğlu" diye hitap edildiğinden bu bölge o isimle anıldı.
3- II. Selim devrinin nüfuslu yahudilerinden Frenk Bey Oğlu denilen Don Yasef Nassi'den dolayı.
4- Beyyolu kelimesinin galatlaşmış halidir.
Pazar, Şubat 25, 2007
Dermeyan-ı nazım-ı Vâsıf
Senin hâl-i ızârından nişân anberde kalmışdır
Benim sûz-ı derûnumdan eser micmerde kalmışdır
(Sevgili) senin yanağının duruşundan anber nişan (olarak) kalmıştır.
Benim yanan gönlümden eser (ise) micmer (buhurdan) kalmıştır.
Anber, görüntüsü itibariyle ben'e benzetilir. Yani sevgilinin yanağından insanlığa bir nişan olarak anber kalmıştır. Anber, nadir bulunan bir şeydir ki, balığın karnında oluşur. Kokusunun güzelliğinden başka, tıpta da kullanılmaktadır.
Buhurdan, içersinde tütsü yakılarak etrafa hoş kokular yayan bir nesnedir. Böylece şair, gönlünün yanmasından eser olarak insanlığa "buhurdan" kaldığını söylerken, anberle de bağlantı kurmuş.
Ararlar nüsha-i adli gezerler câbecâ ammâ
O nüsha var ise sandûk-ı İskender'de kalmışdır
Pekçok yerleri gezerler adalet sayfasını ararlara ama
O sayfa var ise İskender'in sandığında kalmıştır.
İskender de dünyayı gezmiş, fakat adaletin, şecaatin timsali olmuştur. Eğer adalet denilen bir nesne kaldıysa, o da İskender'in hazineleri arasında bir defineye dönüşmüştür.
Denîler bozdular bikr-i nizâm-ı âlemi şimdi
Nizâm ancak efendi sûret-i defterde kalmıştır.
Soysuzlar bozulmamış alemin nizamını bozdular, şimdi
efendi, nizam ancak defter üstünde kalmıştır.
"efendi" diye hitap ettiği kişi, sancaklarda veya merkezde, hukuki meselelerle ilgilenen, davalara bakan kadılar veya ulemaya mensup kişidir. Gün görmüş, mürekkep yalamış, devlet kademesinde de görev alan kişilerdir. Yani alelade bir ademoğlu değildir.
Şair, nizam denilen şeyin, kanunların yazıldığı defterlerde kaldığını, görünüşten ibaret olduğunu dile getirirken, adlî muemelatın da bozulduğuna işaret etmiştir. Bir önceki beyitteki "soysuzlar"la bağlantı kuracak olursak, devlet nizamını, yine soysuz devlet adamlarının bozduğu atfında bulunulmuş.
Müheyyâ bezm-i işret bir kadehle al elim sâkî
Benimle yâr beyninde heman bir perde kalmıştır
Bir kadehle hazırlanan içki meclisini dağıt sâkî (içki sunan kişi)
Sevgilimle aramda sadece bir perde kalmıştır
Şaraptan bir kadeh içince, sevgiliyle aramdaki bütün perdeler kalktı. Bu aşıklar meclisini dağıt ki saki, o son perde kalkacakken kimse kalmasın yanımızda.
Yani şair, sevgilisinin mahremiyetine de sahip çıkıyor.
N'ola hayrân olursam rûz u şeb âyine-veş Vâsıf
Hayâl-i akl u fikrim sûret-i dilberde kalmışdır
Ne olurdu ayna gibi hayran olursam gece ve gündüz Vasıf
Akıl ve fikrimin hayali sevgilinin güzelliğinde kalmıştır
Ayna, sevgilinin saçını taradığı, kendisine seyrettiği bir cisimdir. Ve yine o ayna, sevgilinin güzelliğine hayran kalır. Ayrıca aynanın arka yüzü karanlıktır. Böylece iki yanı gece ve gündüze teşbih edilir ki, gece ve gündüz sevgiliyi hayranlıkla seyreden de aynadır. Şair, bu mısrayla aynaya öykünmüş. Onun gibi olabilmek istemiş.
Zira aklı da fikri de sevgilinin suretinde kalmıştır. Bu son beyitle şair, üstte bahsettiği olumsuzluklara rağmen, kendinin ne alemde olduğunu da izhar etmiş oluyor.
Yani onca dert varken, onun âşık gönlü tek birşey ile efkarlanmaktadır.
Şair Vâsıf, "Enderunlu Vasıf" olarak bilinir. III. Selim döneminde yaşamış ve hicivleri yüzünden başı derde girmiş bir şairdir.
Şiirinde geçen "nizam-ı alem" tamlamasının, "Nizam-ı cedid"e benzerliği tesadüf olmasa gerek.
Bu dönemde Sultan Selim, devlet adamlarına layihalar hazırlatmıştır ki, bunlar nizamname hükmünde olan ıslahat projeleridir. Devletin hangi hususlarda inkıraza uğradığı ve bununla ilgili neler yapılabilir'in "nüsha"ları idi bu layihalar.
Şiirin içersinde geçen, "soysuzlar, efendi, nüsha-i adl, suret-i defter" gibi kelimeler, hep kendi devri içersinde gelişen hadiselere atıflar şeklindedir.
Vasıf, divan şiirinde mahallileşme ekolünün bir devamı olan şiirlerinde, diğer divan şairlerine nazaran daha kaba ve alaycı tavrıyla dikkati çeker. Üstteki şiirinde de aynı havayı görmek mümkün. Sevgiliyle başladığı şiire hicivler sıkıştırıp, yine sevgiliyle bitirip "adam sendeci" tavrına geri dönmeyi ihmal etmemiş bir şair. Zaman zaman edep sınırlarını zorlayan şiirleri de olmuş. Taklitten sakınmamış, çizilen sınırların dışına taşmış, ama bütün bu yönleriyle orjinal olmayı başarmıştır.
Divan şiirinin, dünyevi mesajlardan çok ruha-gönle hitap eden fonksiyonundan çıkıp, biraz daha kendi devrinin sorunlarıyla ilgilenen bir hale bürünmesinde kerte olduğunu söyleyebiliriz ki genellikle edebiyatçılarca, edebi yönü ağır eleştirilere mâruz bırakılıp, bu yönünden fazla bahsedilmez.
Zaten ondan sonra Namık Kemaller, Ziya Paşalar gelecektir.
Benim sûz-ı derûnumdan eser micmerde kalmışdır
(Sevgili) senin yanağının duruşundan anber nişan (olarak) kalmıştır.
Benim yanan gönlümden eser (ise) micmer (buhurdan) kalmıştır.
Anber, görüntüsü itibariyle ben'e benzetilir. Yani sevgilinin yanağından insanlığa bir nişan olarak anber kalmıştır. Anber, nadir bulunan bir şeydir ki, balığın karnında oluşur. Kokusunun güzelliğinden başka, tıpta da kullanılmaktadır.
Buhurdan, içersinde tütsü yakılarak etrafa hoş kokular yayan bir nesnedir. Böylece şair, gönlünün yanmasından eser olarak insanlığa "buhurdan" kaldığını söylerken, anberle de bağlantı kurmuş.
Ararlar nüsha-i adli gezerler câbecâ ammâ
O nüsha var ise sandûk-ı İskender'de kalmışdır
Pekçok yerleri gezerler adalet sayfasını ararlara ama
O sayfa var ise İskender'in sandığında kalmıştır.
İskender de dünyayı gezmiş, fakat adaletin, şecaatin timsali olmuştur. Eğer adalet denilen bir nesne kaldıysa, o da İskender'in hazineleri arasında bir defineye dönüşmüştür.
Denîler bozdular bikr-i nizâm-ı âlemi şimdi
Nizâm ancak efendi sûret-i defterde kalmıştır.
Soysuzlar bozulmamış alemin nizamını bozdular, şimdi
efendi, nizam ancak defter üstünde kalmıştır.
"efendi" diye hitap ettiği kişi, sancaklarda veya merkezde, hukuki meselelerle ilgilenen, davalara bakan kadılar veya ulemaya mensup kişidir. Gün görmüş, mürekkep yalamış, devlet kademesinde de görev alan kişilerdir. Yani alelade bir ademoğlu değildir.
Şair, nizam denilen şeyin, kanunların yazıldığı defterlerde kaldığını, görünüşten ibaret olduğunu dile getirirken, adlî muemelatın da bozulduğuna işaret etmiştir. Bir önceki beyitteki "soysuzlar"la bağlantı kuracak olursak, devlet nizamını, yine soysuz devlet adamlarının bozduğu atfında bulunulmuş.
Müheyyâ bezm-i işret bir kadehle al elim sâkî
Benimle yâr beyninde heman bir perde kalmıştır
Bir kadehle hazırlanan içki meclisini dağıt sâkî (içki sunan kişi)
Sevgilimle aramda sadece bir perde kalmıştır
Şaraptan bir kadeh içince, sevgiliyle aramdaki bütün perdeler kalktı. Bu aşıklar meclisini dağıt ki saki, o son perde kalkacakken kimse kalmasın yanımızda.
Yani şair, sevgilisinin mahremiyetine de sahip çıkıyor.
N'ola hayrân olursam rûz u şeb âyine-veş Vâsıf
Hayâl-i akl u fikrim sûret-i dilberde kalmışdır
Ne olurdu ayna gibi hayran olursam gece ve gündüz Vasıf
Akıl ve fikrimin hayali sevgilinin güzelliğinde kalmıştır
Ayna, sevgilinin saçını taradığı, kendisine seyrettiği bir cisimdir. Ve yine o ayna, sevgilinin güzelliğine hayran kalır. Ayrıca aynanın arka yüzü karanlıktır. Böylece iki yanı gece ve gündüze teşbih edilir ki, gece ve gündüz sevgiliyi hayranlıkla seyreden de aynadır. Şair, bu mısrayla aynaya öykünmüş. Onun gibi olabilmek istemiş.
Zira aklı da fikri de sevgilinin suretinde kalmıştır. Bu son beyitle şair, üstte bahsettiği olumsuzluklara rağmen, kendinin ne alemde olduğunu da izhar etmiş oluyor.
Yani onca dert varken, onun âşık gönlü tek birşey ile efkarlanmaktadır.
Şair Vâsıf, "Enderunlu Vasıf" olarak bilinir. III. Selim döneminde yaşamış ve hicivleri yüzünden başı derde girmiş bir şairdir.
Şiirinde geçen "nizam-ı alem" tamlamasının, "Nizam-ı cedid"e benzerliği tesadüf olmasa gerek.
Bu dönemde Sultan Selim, devlet adamlarına layihalar hazırlatmıştır ki, bunlar nizamname hükmünde olan ıslahat projeleridir. Devletin hangi hususlarda inkıraza uğradığı ve bununla ilgili neler yapılabilir'in "nüsha"ları idi bu layihalar.
Şiirin içersinde geçen, "soysuzlar, efendi, nüsha-i adl, suret-i defter" gibi kelimeler, hep kendi devri içersinde gelişen hadiselere atıflar şeklindedir.
Vasıf, divan şiirinde mahallileşme ekolünün bir devamı olan şiirlerinde, diğer divan şairlerine nazaran daha kaba ve alaycı tavrıyla dikkati çeker. Üstteki şiirinde de aynı havayı görmek mümkün. Sevgiliyle başladığı şiire hicivler sıkıştırıp, yine sevgiliyle bitirip "adam sendeci" tavrına geri dönmeyi ihmal etmemiş bir şair. Zaman zaman edep sınırlarını zorlayan şiirleri de olmuş. Taklitten sakınmamış, çizilen sınırların dışına taşmış, ama bütün bu yönleriyle orjinal olmayı başarmıştır.
Divan şiirinin, dünyevi mesajlardan çok ruha-gönle hitap eden fonksiyonundan çıkıp, biraz daha kendi devrinin sorunlarıyla ilgilenen bir hale bürünmesinde kerte olduğunu söyleyebiliriz ki genellikle edebiyatçılarca, edebi yönü ağır eleştirilere mâruz bırakılıp, bu yönünden fazla bahsedilmez.
Zaten ondan sonra Namık Kemaller, Ziya Paşalar gelecektir.
Cumartesi, Şubat 24, 2007
Cennet Kuşları
Yer: Şeyh Ebu'l-Vefa Camii Kabristanı
Kabristanı gezerken, birbirine çok yakın dikilmiş iki mezartaşı çekti dikkatimi. Biri kız, diğeri erkek çocuğuna ait taşları okuyunca kardeş olduklarını gördüm. 4 sene ara ile vefat etmişler.
Taşlarda şunlar yazılıydı:
(sağdaki taş)
Hüve'l-bâkî
Mahmud Ağanın kerimesi
Cennet-mekan-ı firdevs-i
Aşiyan merhume
Fatıma Zehra Hanım
Ruhiçün fatiha
fi 19 Rebiulahir
Sene 1267
(miladi: 21 Şubat 1851)
(soldaki)
Hüve'l-bâkî
Mahmud Ağanın mahdumu
Cennet-mekan-ı firdevs-i
Aşiyan merhum
Mehmed Said Efendi
Ruhiçün fatiha
fi 13 Receb
sene 1263
(miladi: 26 Haziran 1847)
Bilindiği gibi Firdevs Cenneti, cennetlerin içinde mertebe olarak en yükseğidir. Küçük yaşta vefat edenlerin cennet kuşu olduğuna dair bir inanç da vardır. Kitabelerde geçen "cennet-mekan-ı firdevs-i aşiyan" tamlaması: "Mekanları Firdevs cennetindeki kuşyuvaları olsun" anlamına gelen bir dua, temennidir.
Aşiyan aynı zamanda ev, mesken anlamına da gelmektedir.
Mevlam mekanlarını Cennet-i firdevs-i aşiyan eylesin.
Pazartesi, Şubat 19, 2007
Minareyi Tanıyalım
Yer: Süleymaniye Camii.
Minare, Arapça "Menare" kelimesinin galatlaşmış halidir. Elbette biz buna, Türkçeye dahil olmasıyla, dilimizin ses özelliklerini alması da diyebiliriz. İsm-i mekan (mekan ismi) olup, "nur" kelimesinden gelir. Yani: Nur yeri manasınadır.
Minare ilk olarak Emeviler zamanında yapılmaya başlanmıştır.
Osmanlı mimarisinde minare, zaman içinde diğer İslam ülkelerindekinden farklı bir form kazanmıştır. Daha sade ve genellikle ana unsuru tamamlayıcı, kubbeyle dengeyi sağlayan bir yan unsurdur.
Minarelerin özellikle şerefeleri, bize caminin hangi devirde yapıldığına dair ipuçları verir. Mesela şerefelerde kullanılan mukarnasın işçiliği bu ipuçlarından biridir.
Ayrıca bilinmesi gereken birşey daha var ki, I. Ahmet'e kadar yapılan bazı selatin (padişah) camilerinin şerefe sayısı, camiyi yaptıran sultanın, kaçıncı Osmanlı sultanı olduğunu da gösterirdi.
Mesela Sultanahmet Camii 14 şerefelidir ki Sultan I. Ahmet 14. padişahtır. Süleymaniye 10 şerefelidir, yani anlıyoruz ki Kanuni 10. padişahtır... gibi.
Ayrıca iki veya daha çok minareyi, sadece padişah ve padişah ailesi yaptırabilirdi. Başka hiç kimse iki minareli cami yaptıramazdı.
Bir de Süleymaniye Camiinin bu minaresine "Cevahir Minare" denilir ki, tarihi bir hatırası da vardır. Bunu da başka bir zaman anlatırız.
Hamiş: Bütün bunlar Flickr şeysimde de bulunuyordu ve fakat da buraya koymamı rica ettiler. Zaman zaman oradan buraya aktarımlarım olacak inşallah..
Minare, Arapça "Menare" kelimesinin galatlaşmış halidir. Elbette biz buna, Türkçeye dahil olmasıyla, dilimizin ses özelliklerini alması da diyebiliriz. İsm-i mekan (mekan ismi) olup, "nur" kelimesinden gelir. Yani: Nur yeri manasınadır.
Minare ilk olarak Emeviler zamanında yapılmaya başlanmıştır.
Osmanlı mimarisinde minare, zaman içinde diğer İslam ülkelerindekinden farklı bir form kazanmıştır. Daha sade ve genellikle ana unsuru tamamlayıcı, kubbeyle dengeyi sağlayan bir yan unsurdur.
Minarelerin özellikle şerefeleri, bize caminin hangi devirde yapıldığına dair ipuçları verir. Mesela şerefelerde kullanılan mukarnasın işçiliği bu ipuçlarından biridir.
Ayrıca bilinmesi gereken birşey daha var ki, I. Ahmet'e kadar yapılan bazı selatin (padişah) camilerinin şerefe sayısı, camiyi yaptıran sultanın, kaçıncı Osmanlı sultanı olduğunu da gösterirdi.
Mesela Sultanahmet Camii 14 şerefelidir ki Sultan I. Ahmet 14. padişahtır. Süleymaniye 10 şerefelidir, yani anlıyoruz ki Kanuni 10. padişahtır... gibi.
Ayrıca iki veya daha çok minareyi, sadece padişah ve padişah ailesi yaptırabilirdi. Başka hiç kimse iki minareli cami yaptıramazdı.
Bir de Süleymaniye Camiinin bu minaresine "Cevahir Minare" denilir ki, tarihi bir hatırası da vardır. Bunu da başka bir zaman anlatırız.
Hamiş: Bütün bunlar Flickr şeysimde de bulunuyordu ve fakat da buraya koymamı rica ettiler. Zaman zaman oradan buraya aktarımlarım olacak inşallah..
Pazar, Şubat 18, 2007
Tefrik-i Nazar-ı Dikkat ya da Bakış açısındaki Farklar
Ali Kahya'nın blogunu incelerken bir yazı ve fotoğraf dikkatimi çekti. Sorulan soru, aşk mı kavga mı şeklindeydi. Elbette bizim nazar-ı dikkatimiz, biraz da yaptığımız iş, ilgi alanımız, karakterimiz vs ile alakalıdır.
Benim de aklıma belki kavgayla bağlantılı olarak, ama neticede belli bir aşktan neşet etmiş tarihî bir vak'a geldi:
Çanakkale harbinden seneler sonra toplu mezarlar açılmaya ve kimlik tespiti yapılmaya başlanmıştı. Kimliği belirlenenler Türk veya yabancı anıtmezarlarına götürüp defnedilmekteydi. Ancak çok enteresan bir şeyle karşılaşıldı. İngilizlerin anıtmezarlarını hazırladıkları yerde bulunan toplu mezarda iki düşman asker, birbirlerine kenetlenmiş vaziyetteydiler. Bunlar, birbirlerinin boynundaki muska ve haç'a sarılmış ve o şekilde kalakalmışlardı.
Daha sonra kimlik tespiti yapıldı ve muska sahibinin 57. alaydan Üsteğmen Mustafa Asım, haç'ı taşıyanınsa İngiliz yüzbaşısı Woiters olduğu öğrenildi.
Her iki askerin bu vaziyetlerini bozmayarak, naaşlar oldukları yere gömdüler. Böylece 57. Alay şehitliği burada inşa edilmiş oldu.
Şehitlikte şunlar yazılı:
Bu şehitlik yapılırken,toprak altında birbirlerine
sarılmış iki Subay iskeleti bulunmuştur.Künye ve
Muskadan,birinin 57.Alay 6.Bölük Komutanı
Erzincanlı Üstteğmen Mustafa ASIM,diğerinin de
İngiliz Kolordusundan Yüzbaşı L.J.WOITERS
olduğu ve bu iki Kahramanın 26 Nisan 1915 günü
siperlerde boğuşurken öldükleri anlaşılmıştır.
Fotoğrafın çağrıştırdıkları..
Benim de aklıma belki kavgayla bağlantılı olarak, ama neticede belli bir aşktan neşet etmiş tarihî bir vak'a geldi:
Çanakkale harbinden seneler sonra toplu mezarlar açılmaya ve kimlik tespiti yapılmaya başlanmıştı. Kimliği belirlenenler Türk veya yabancı anıtmezarlarına götürüp defnedilmekteydi. Ancak çok enteresan bir şeyle karşılaşıldı. İngilizlerin anıtmezarlarını hazırladıkları yerde bulunan toplu mezarda iki düşman asker, birbirlerine kenetlenmiş vaziyetteydiler. Bunlar, birbirlerinin boynundaki muska ve haç'a sarılmış ve o şekilde kalakalmışlardı.
Daha sonra kimlik tespiti yapıldı ve muska sahibinin 57. alaydan Üsteğmen Mustafa Asım, haç'ı taşıyanınsa İngiliz yüzbaşısı Woiters olduğu öğrenildi.
Her iki askerin bu vaziyetlerini bozmayarak, naaşlar oldukları yere gömdüler. Böylece 57. Alay şehitliği burada inşa edilmiş oldu.
Şehitlikte şunlar yazılı:
Bu şehitlik yapılırken,toprak altında birbirlerine
sarılmış iki Subay iskeleti bulunmuştur.Künye ve
Muskadan,birinin 57.Alay 6.Bölük Komutanı
Erzincanlı Üstteğmen Mustafa ASIM,diğerinin de
İngiliz Kolordusundan Yüzbaşı L.J.WOITERS
olduğu ve bu iki Kahramanın 26 Nisan 1915 günü
siperlerde boğuşurken öldükleri anlaşılmıştır.
Fotoğrafın çağrıştırdıkları..
Cuma, Şubat 16, 2007
Bir Sahhaf Buldum..
Biliyorsunuz artık kitapevi, sahaf birbirinden farklı iki şey halini aldılar. Hatta sahhaf dükkanları, işlevlerinin çok dışında bir "ticaret" anlayışıyla iş yapıyorlar. Bugün Bayezit Sahaflar Çarşısına gittiğinizde adeta karaborsacılık yapan, zamanında topladıkları kitapları, piyasada tükenmesinin akabinde ortalığa çıkartıp fiyatının çok üstünde satan insanlarla karşı karşıyayız.
Bilhassa Kültür Bakanlığı kitaplarıyla ilgili olarak sıkça yaşamışımdır. Mesela KB'nin İstanbul Lalesi kitabı 500 bin lira iken, Sahaflarda ayın kitabı 8 milyon liraya sorduğumu hatırlıyorum.
Diğer taraftan bu çarşıda, eski kitap görebilirseniz bu büyük bir şanstır. Tabi paranız varsa :)
Bu yönüyle, asli özelliğini tamamen yitirmiş durumdadır.
Şansınızı Kadıköy ve Taksimde denemelisiniz.
Fakat ben tahmin etmediğim bir yerde bir sahafla karşılaştım.
Yenibosna'ya bir iş için gittiğimde arkadaşım Bit Pazarı'nı gezmemi söylemişti. Burası prefabrik ve büyük bir alışveriş merkezi. Özelliği ucuz ürün satması. Kıyafetten yiyeceğe, elektronik eşyasına kadar herşeyin ucuzu var.
Aslında pek de bana göre bir yer değildi. Zaman geçirmek için gezinmeye başlamıştım ki bir sahaf çıkıverdi karşıma. Şaşırdım ve sevindim. Bir sahaf bulmuştum. Sonrasında Yüksel Beyle tanıştım. Buranın yani Dergah Sahaf'ın sahibi. Hoşsohbet bir insan. Kitap tavsiyelerinde bulundu. Kendisi tarih kitapları ağırlıklı olmak üzere bir liste hazırlayacak. Gördüğüm kadarıyla edebi eserler daha fazla. Üstelik oldukça eski baskılar var.
Bu arada eski plaklar da bulabilirsiniz. Eski paralar, dergiler.
İlgilenen arkadaşların gidip görmelerini tavsiye ediyorum.
Hemen adres de verelim:
Dergah Sahaf
Eskidiji Bit Pazarı D-403 E-504
Sanayi Cad. Vadi Sok. No:2 Yenibosna
Tel: 212 551 83 84
Hamiş: Bit Pazarı'na Yenibosna'dan "Bit Pazarı veya Tgrt" yazan minibüslere binerek gidebilirsiniz. Ayrıca burası Moral fm ve Tgrt binasının yanında.
Bilhassa Kültür Bakanlığı kitaplarıyla ilgili olarak sıkça yaşamışımdır. Mesela KB'nin İstanbul Lalesi kitabı 500 bin lira iken, Sahaflarda ayın kitabı 8 milyon liraya sorduğumu hatırlıyorum.
Diğer taraftan bu çarşıda, eski kitap görebilirseniz bu büyük bir şanstır. Tabi paranız varsa :)
Bu yönüyle, asli özelliğini tamamen yitirmiş durumdadır.
Şansınızı Kadıköy ve Taksimde denemelisiniz.
Fakat ben tahmin etmediğim bir yerde bir sahafla karşılaştım.
Yenibosna'ya bir iş için gittiğimde arkadaşım Bit Pazarı'nı gezmemi söylemişti. Burası prefabrik ve büyük bir alışveriş merkezi. Özelliği ucuz ürün satması. Kıyafetten yiyeceğe, elektronik eşyasına kadar herşeyin ucuzu var.
Aslında pek de bana göre bir yer değildi. Zaman geçirmek için gezinmeye başlamıştım ki bir sahaf çıkıverdi karşıma. Şaşırdım ve sevindim. Bir sahaf bulmuştum. Sonrasında Yüksel Beyle tanıştım. Buranın yani Dergah Sahaf'ın sahibi. Hoşsohbet bir insan. Kitap tavsiyelerinde bulundu. Kendisi tarih kitapları ağırlıklı olmak üzere bir liste hazırlayacak. Gördüğüm kadarıyla edebi eserler daha fazla. Üstelik oldukça eski baskılar var.
Bu arada eski plaklar da bulabilirsiniz. Eski paralar, dergiler.
İlgilenen arkadaşların gidip görmelerini tavsiye ediyorum.
Hemen adres de verelim:
Dergah Sahaf
Eskidiji Bit Pazarı D-403 E-504
Sanayi Cad. Vadi Sok. No:2 Yenibosna
Tel: 212 551 83 84
Hamiş: Bit Pazarı'na Yenibosna'dan "Bit Pazarı veya Tgrt" yazan minibüslere binerek gidebilirsiniz. Ayrıca burası Moral fm ve Tgrt binasının yanında.
Perşembe, Şubat 15, 2007
Konuşurken akla gelen
Ağaçlar çiçek açmaya başlamış. Öyle dediler. Aslında başka türlü söylemiştim ama sonra düşüm ki şair bu sefer de haklı. Lakin başka türlü:
Beni bu havalar mahvetti.
Biz de böylece küresel ısınmayı bahis mevzuu etmiş olalım.
Cuma, Şubat 09, 2007
Sebeb-i Sürurum..
Çok değil, bundan altı ay öncesine kadar anne-babaların çocuk sevgisini sorgular, kendi çocuklarına duydukları sevgiyi, çocuk sevgisiyle mukayese edip, bencilce bulurdum.
Bir insan, eğer kendinden olmayan bir çocuğu da sever, onu gözetir, şefkat gösterirse, gerçekten sevgisinin samimi ve güçlü olabileceğini düşünürdüm.
Yani benim ebeveynlere bakış açım, hep "çocuk sevgisi" cihetiyleydi.
Altı ay önce evimize yeni bir fert katıldı. Daha dünyada herhangi bir emaresi yokken ablama, "benim yakın zamanda bir yeğenim olacak, ben onun ruhunu hissediyorum inan. Sanki ruhlar aleminden, ben geliyorum teyze diyor" demiştim.
Bunu gerçekten hissediyordum, fakat hep bir hayal gibiydi. Sonra yeğenim doğdu. Hastaneye gidip, o küçücük, mini mini bebeği gördüğümde, kardeş sevgisi, anne-baba sevgisi gibi "etin tırnaktan ayrılmayacağı" darb-ı meseline çok da mütenasip bir sevgiyle baktım ona. Sanki çok uzun yıllardır görmediğim bir aile ferdine kavuşmuştum. Yani yeni tanışmıyor, hasret gideriyorduk. Aradan altı ay geçti, ben onu hiçbir zaman şirin bir bebek, tatlı bir çocuk, yada sadece "çocuk" olduğu için sevmediğimi anladım. Ona olan sevgim çocuk sevgisiyle birebir bağlantılı bir sevgi değildi. O benim kanımdan canımdan bir parçaydı, ben onun anne yarısıydım, biz ruhlar aleminde çokça hasbihal etmiş, ta oradan teyze yeğen olduğumuzu bilmiş, nasıl olduysa dünyaya düşüverip unutmuştuk bu hakikati.
Yani uzun yıllarca ıskaladığım bir şeyi ancak anlayabilmiştim. İnsanın kendi çocuğunu sevmesi, çocuk sevgisi demek değildi. Çocuk sevgisi tamamen ayrı birşey olmasa da aynı şey de değildi.
Onu, diğer aile fertlerinden ayıransa, ona olan özlemimizin yanında, işte o çocuk safiyeti, masumiyeti ve güzelliğiydi de.
Düşündükçe yüzümü güldüren, sebeb-i sürurum, sabırsızlıkla "teyze" demesini beklediğim dünyalar tatlısı yeğenim, bana bunları öğretti gelişiyle. İnşallah mevlam ömür verir de her ikimize, teyzesine nice şeyler öğretir.
Darısı olmayanların başına..
Bir insan, eğer kendinden olmayan bir çocuğu da sever, onu gözetir, şefkat gösterirse, gerçekten sevgisinin samimi ve güçlü olabileceğini düşünürdüm.
Yani benim ebeveynlere bakış açım, hep "çocuk sevgisi" cihetiyleydi.
Altı ay önce evimize yeni bir fert katıldı. Daha dünyada herhangi bir emaresi yokken ablama, "benim yakın zamanda bir yeğenim olacak, ben onun ruhunu hissediyorum inan. Sanki ruhlar aleminden, ben geliyorum teyze diyor" demiştim.
Bunu gerçekten hissediyordum, fakat hep bir hayal gibiydi. Sonra yeğenim doğdu. Hastaneye gidip, o küçücük, mini mini bebeği gördüğümde, kardeş sevgisi, anne-baba sevgisi gibi "etin tırnaktan ayrılmayacağı" darb-ı meseline çok da mütenasip bir sevgiyle baktım ona. Sanki çok uzun yıllardır görmediğim bir aile ferdine kavuşmuştum. Yani yeni tanışmıyor, hasret gideriyorduk. Aradan altı ay geçti, ben onu hiçbir zaman şirin bir bebek, tatlı bir çocuk, yada sadece "çocuk" olduğu için sevmediğimi anladım. Ona olan sevgim çocuk sevgisiyle birebir bağlantılı bir sevgi değildi. O benim kanımdan canımdan bir parçaydı, ben onun anne yarısıydım, biz ruhlar aleminde çokça hasbihal etmiş, ta oradan teyze yeğen olduğumuzu bilmiş, nasıl olduysa dünyaya düşüverip unutmuştuk bu hakikati.
Yani uzun yıllarca ıskaladığım bir şeyi ancak anlayabilmiştim. İnsanın kendi çocuğunu sevmesi, çocuk sevgisi demek değildi. Çocuk sevgisi tamamen ayrı birşey olmasa da aynı şey de değildi.
Onu, diğer aile fertlerinden ayıransa, ona olan özlemimizin yanında, işte o çocuk safiyeti, masumiyeti ve güzelliğiydi de.
Düşündükçe yüzümü güldüren, sebeb-i sürurum, sabırsızlıkla "teyze" demesini beklediğim dünyalar tatlısı yeğenim, bana bunları öğretti gelişiyle. İnşallah mevlam ömür verir de her ikimize, teyzesine nice şeyler öğretir.
Darısı olmayanların başına..
Salı, Şubat 06, 2007
Kınalı Kuzular
Milliyetçiliğin tehdit olarak addedildiği şu zaman diliminde TRT tarafından bir dizi yayınlanıyor. Kınalı Kuzular isimli diziyle, Türk insanının düşmanına karşı nasıl çetin ve bir o kadar vicdanlı mücadele verdiği, gerçek hayat hikayeleri canlandırılarak gösterilmekte. Soykırım yaptığı varsayılan bir milletin hangi şartlarda, nasıl büyük kahramanlıklar sergilediğinin güzel bir örneği.
Ayrıca Türk filmi seyredip hislenmeyi sevenler, ellerine mendillerini alarak seyretsinler bu filmi.
Filmin dikkat çekici bir yönü de film boyunca çalınan türküler. En azından ben çok beğendim.
Bu tür şeyleri seyrederken, tehdit sanılan şeyin, bir milleti nasıl kurtardığını; şiddetin aksine, makul bir azmin menbaı olduğunu göremeyenin, bir fikri savunduğunu değil, kasıtlı bir düşmanlık beslediğini düşünüyorum. Bu kastî bir basiretsizlikten başka bir şey değildir.
Kınalı Kuzular her Salı günü saat 20:30'da TRT 1'de. Meraklısına..
Hamiş: Daha önceki bölümler hakkında bilgi edinmek isteyenlerin, Kınalı Kuzular'ın sitesini ziyaret etmesini tavsiye ediyorum.
Perşembe, Şubat 01, 2007
Mezartaşlarını anla(t)ma gayretimiz... Çatısız Okul..
Günümüzde maalesef eski mezartaşlarını okuyup anlayan insanların sayısı az. Tarihi birer vesika olmasının yanında, sosyoloji ve türk islam sanatları alanında çalışanlar için de önemli birer kaynak bu taşlar.
Pekçoğu bakımsızlıktan yok olma tehlikesi içersinde.
Bir yandan unutulurken, diğer taraftan yeniden okumak anlamak yolunda çaba sarfediliyor olması da sevindirici.
Ben de elimden geldiğince konuyla ilgili kitapları, makaleleri takip ederek, mezartaşlarını okumaya (ondan mı bu kadar unutkanım acaba), acemice olsa da fotoğraflarını çekerek birşeyler yapmaya çalışıyorum.
Bu mevzuda Enes Reyhan'ın da çalışmaları var. Flickr'da elimizden geldiğince bu tür fotolara yer veriyoruz (Bkz.: Mezar Taşları). Ayrıca kendisinin bir de blogu bulunmakta. Müştereken güzel şeyler yapacağımızı umut ediyorum. (bu arada o da sitesini geçici olarak kapatmış.)
İki gün önceyse Erol Erdoğan bir email vasıtasıyla Flickr fotoğraflarından bir tanesini (bkz. Anne ve Oğul) yayımlamak istediğini belirtti. Seve seve kabul ettim. Çünkü asıl maksat insanlara bunları göstermekti.
Fotoğraf ve altındaki metin 1 Şubat tarihli Milli Gazete'de Çatısız Okul isimli bölümde yayımlandı.
Kendisine mezarlar hakkındaki bu güzel makalesi için teşekkür ediyoruz. Umarım, bu şekilde birilerine faydalı olmaya devam ederiz. Her ne kadar acemi fotoğrafçı olsak da.. :)
Mezartaşları ile ilgili çalışmalarımız da inşallah devam edecek..
Hamiş: Çatısız Okul, Erol Erdoğan tarafından hazırlanmakta. Her hafta perşembe günleri Milli Gazete'den takip edebilirsiniz..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)