Sayfalar

Pazartesi, Mart 10, 2008

Zarafet ve Merhamet Abideleri SERÇE SARAYLAR*


Kuşları sadece, “İstanbul’da yaşayan bir hayvan cinsi” olarak tanımlamak, hem bu şehri güzel yapan unsurlardan birinin zayıf tarifi, hem de onlara yüklenen pek çok anlamın da eksik bırakılması demek olur. Hangimiz Yenicami denilince güvercinlerin olmadığı bir manzarayı veya vapur denilince martıları düşünmeden edebilir ki. İçimizden birilerinin balkonuna, pencere kıyısına yuva yapmış kumrular vardır muhakkak.

Kuşlara duyduğumuz bu ilgi ve sevgi çok eski zamanlardan başlamaktadır. Oğuz destanlarına göre her boyun bir kuş sembolü vardı. Boyların bu hayvanlardan türediğine inanılır ve kutsal sayılan bu kuşlar yenmezdi. Her birinin tasvirinden yapılmış armalara ise Ongun ismi verilmekteydi.[1] Türk destan ve masallarının pek çoğunda kuş şekline bürünmek “kuş donuna girmek” olarak tabir edilmiştir. Şaman inancına göre iyilik yapan insanlar kuşlaşır ve uçabilirlerdi. Bu yüzden Türkler’e ait mitolojik resimlerde Şamanlar kuş şeklinde veya kuş maskesiyle tasvir edilmektedir. Yani uçmak, ancak ulvi ve erdemli davranışlar neticesinde elde edilebilen bir şeydi ve kuşlar uçabilen canlılardı.

Hümâ, Simurg, Anka gibi efsanevî kuşlar da edebiyatımızda yer almış ve günümüze kadar akseden bu inançlar tabirlere konu olmuş, talihli bir olayla karşılaşanın başına devlet kuşu konmuştur.

Türklerin kuşlara olan bu yakın ilgisi ve onlara atfedilen kutsiyet İslam’la devam etmiştir. Sevr mağarasında Peygamberimiz ve sâdık arkadaşının bulunmalarına mani olan hayvanlardan biri güvercindir. Onun akrabası kumru, her nefeste “Hu hu!” diye Allah’ı zikreder. Bülbül İbrahim Aleyhisselam için kendini ateşe atmıştır. İşte bu yüzden öldürülmeleri, etlerinin yenmesi günah sayılmış, yuvalarının bozulması hoş karşılanmamıştır. Türkiye’ye gelen yabancı seyyahlar yazdıkları mektup veya seyahatnamelerde Türklerin kuş sevgisinden bahseder. Parisli seyyah Thevenot seyahatnamesinde: “..Onların iyilikseverliği hayvanlara ve bu arada kuşlara kadar ulaşır; her gün birçok kimse pazarlara kuş satın almaya gider ve bunları serbest bırakırlar. Söylediklerine göre kuşların ruhları, kıyamet gününde Tanrı huzurunda onların iyiliklerine şahitlik edeceklerdir.”[2] demektedir.

İnsanî değerler ve merhametin sadece insanlığa has bir imtiyaz değil, bütün yaratılmışlara gösterilmesi gereken bir haslet olduğunun Türkler tarafından nasıl kavrandığını tarihteki hayvan hastaneleri, vakıflar, mezartaşı ve sebillerdeki suluklar ve nihayet kuşevleriyle görmek mümkündür.

Merhamet, zarafet ve kutsiyetin abideleri olarak kuşevleri, hem mimarî vasıfları hem de fonksiyonları açısından birer şaheserdirler. Mazisi 13.-14. yüzyıllara kadar dayandırılabilecek bu yapılar, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Van’dan Kavala Selanik ve Girokastra’ya kadar uzanan topraklarda çeşitli şekillerde sergilenmiştir.[3]

Serçe, güvercin, saka, kırlangıç, leylek, kumru gibi kuşların barınabilmesi amacıyla yapılmış bu küçük mimari yapılar, adeta bir maket biçiminde olup “kuş köşkü, güvercinlik, serçesaray, güvercinsarayı” gibi çeşitli isimlerle anılmaktaydı.

Kuşevlerini iki sınıfa ayırabiliriz: İlki taş veya almaşık duvar etine oyulan yuvalar ve odacıklar veya tuğlaları çeşitli yönlere oturtarak yapılmış hücreler şeklindedir. Küçük kemerlerle girişi sağlanan gözleri vardır.[4] Bunlar dışardan bakıldığında sıradan bir oyuk veya delikten ibaret görünür. Topkapı Sarayı avlu duvarı, Atik Ali Paşa, Süleymaniye, Sultanahmet camii gibi büyük camilerde ve daha pek çok tarihi yapıda bu kuşevlerine rastlamak mümkündür.

İkincisi ise duvar etine giydirilen, monte edilen, bir konsol üzerine oturtulmuş kûfeki taşı, ahşap, mermer, tuğla, sıva gibi malzemelerle ve değişik mimari tekniklerle yapılmış minyatür yapılardır. Bunlar, cumbalı, kemerli kapı, merdiven, kafesli veya vitray pencereleri olan, balkon veya etrafını saran revaklarıyla, kubbe veya çatıyla örtülmüş küçük birer köşk hatta saray şeklindedir. Türk konut mimarisinin en güzel belgelerinden biri olan bu tarz kuşevleri sanat tarihçileri tarafından “heykel sanatına yaklaşan tasarımlar”[5] olarak görülmektedir.

Başta hanlar olmak üzere, cami, medrese, kütüphane, mescit, darphane, çarşı, imaret, minare, saray, türbe, köprü, mumhane gibi pek çok yapıyı süsleyen kuşevleri, binaların en çok güneş alan, sert ve soğuk rüzgârlardan mahfuz cephelerine, insan elinin veya kedi, köpek gibi hayvanların erişemeyecekleri yükseklikteki emniyetli yerlerine yerleştirilmiş; yağmurdan ve kardan korunmaları için geniş saçakların veya büyük profilli kornişlerin, konsolların altları tercih edilmiştir.[6] Böylece kuşlar, yuvalarında emniyet içinde barınırken, hava şartlarının olumsuz etkilerinden de korunmuş olmaktaydı.

İkinci grup kuşevleriyle ilgili saydığımız bütün mimari ünite ve detaylar farklı yapılarda, farklı özellikler göstermektedir.

İstanbul’un kuşevleri açısından en zengin ilçesi şüphesiz Üsküdar’dır. Üsküdar meydanından hareketle güneyde Gülnuş Valide Sultan (Yeni Valide Sultan) Camii (1120-1122) avlusuna girdiğimizde, kuzeydoğu ve güneybatı köşesindeki kuşevleri insanı adeta büyüler. İkişer minareyle cami formunda tasarlanmış, pencereleri vitraylarla süslenmiş, kubbeli olan bu köşkler, ince birer sanat eseri olmalarının yanında hem kubbeler diyarı Üsküdar’ı, hem de camii yaptıran Gülnuş Valide Sultanın kadın zarafetini remzeden güzelliktedirler.

Biraz yukarı Salacak’a doğru çıkıldığında Sultan III. Mustafa tarafından yaptırılan Ayazma Camii (1760-1761) kuşevleri bize ikinci bir göz zevkini yaşatacaktır. Burada bir hayli kuşevi bulunmakta olup, bunlardan bilhassa güney ve batı cephesindeki külliye formunda tasarlanmış olanları görülmeye değerdir.

Harem’e doğru Selimiye Kışlasının hemen yanında bulunan Selimiye Camii’nin (1804) güney cephesinde bulunan ve kufeki taşından yapılmış kuşevleri yuvarlak hatlarıyla zarif birer köşkü andırmaktadırlar.

Avrupa yakasında çok bilinen bir yerde olduğu halde, çoğunlukla gözden kaçan iki kuşevi, İstiklal Caddesi girişinin solunda yer alan Taksim Maksem’i (1732) üzerinde yer almaktadır. Kûfeki taşından yapılmış bu iki kuşevi küçük farklar taşımakla birlikte benzer özelliklerde simetrik yapılardır.

Göz önünde olduğu halde pek çoğumuzun dikkatten kaçmış bir diğer güzel kuşevi Laleli Ordu Caddesi üzerindeki III. Selim ve III. Mustafa Türbelerinin caddeye bakan cephesindeki sütunlarda bulunmaktadır. Biri mescit şeklinde tasarlanmış bu iki serçesarayını tramvayla geçerken bile görmeniz mümkün.

Beyazıt’a doğru ilerlediğimizde Edebiyat fakültesi yanındaki Seyyit Hasan Paşa Medresesi’nin (1745) güney yönünde, minareleri, balkon ve merdivenleri, baş aşağı kubbesi, pencere vitraylarıyla hayâl mimarînin ve kendi tarzının en güzel eserlerinden biri olan cami formundaki kuşevini görebiliriz.

İstanbul’daki kuşevleri içinde belki de en özgün ve ihtişamlı olanı Gülhane’de Darphane-i Amire Damga Matbaası iç avlusunda bulunan köşk şeklindeki kuşevidir. Bodrumuyla birlikte dört katlı tasarlanmış bu kuşevi, balkon korkulukları, kule biçimindeki üst katı, külahları, merdiven ve vitraylarına kadar çok ince bir işçiliğin ürünüdür.

Fatih’te, Millet Kütüphanesi olarak bilinen ve asıl adı Feyzullah Efendi Medresesi (1700) olan yapının duvarındaki kuşevlerinden biri kısmen yıkılmış olmasına rağmen, kubbe, balkon ve kemerleriyle kuşevi yapılarının içinde önemli bir yer tutmaktadır.

Bu saydığımız kuşevlerinin dışında Eyüp Sultan Camii, Fatih’te Fatih ve Bali Paşa Camileriyle Süleyman Halife Sıbyan Mektebi, Beyazıt’ta Kara Mustafa Paşa Medresesi, Saraçhane’de Amcazade Hüseyin Paşa Sıbyan Mektebi, Laleli Taşhanı, Tahtakale’de Büyük Yeni Han, Karaköy’de Bereketzade Medresesi kuşevleri görülmeye değerdir.

İstanbul’daki serüveni 16. yüzyılda başlayıp, zamanla kâgir yapıların duvarlarına oturtulmuş ve giderek daha ince formlarla zenginleştirilmiş kuşevleri, 18. yüzyılda en parlak devrini yaşamış, 20. yüzyılın ortalarından itibaren modernleşen, ilgi ve öncelikleri, sanat zevki değişmeye başlayan şehri hayatı içinde unutulmuştur. Bugün pek çoğu bakımsızlıktan yok olmaya yüz tutmuş bu minyatür şaheserler, İstanbulluluk bilinci ve Türk geleneğindeki kuş sevgisinin bir göstergesi olarak, yeniden değerlendirme ve en azından fark edilmeye muhtaçtır.


[1] Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, 1. cilt, Ankara 1989, s. 32.
[2] Jean Thevenot, 1655-1656’da Türkiye, Çev.: Nuray Yıldız, İstanbul 1978, s. 126.
[3] H. Örcün Barışta, Osmanlı İmparatorluğu Dönemi İstanbulundan Kuşevleri, Ankara 2000, s. 5.
[4] H. Örcün Barışta, Kuşevleri, Dündün Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, c. 5, s. 133.
[5] H. Örcün Barışta, a.g.e., s. 44.
[6] Yılmaz Önge, “Mimar Gözüyle Kuşevleri”, Kültür ve Sanat, sayı 5, 1977, s. 89.


* Meliha Şen, Asitanbul, sayı 1, 2008, s. 42-45.

2 yorum:

suspuss dedi ki...

en guzeli ayazma camiininki.. annem her defasinda bi hikaye uydururdu ve ben inanirdim..

Mihman dedi ki...

haklısınız. ordakiler bambaşka.