Sayfalar

Pazar, Temmuz 26, 2009

Osmanlıca Blog Dersleri 3

Kalın ve İnce Ünsüzler:

Bugünki 29 harfli Latin alfabemizde, Osmanlıca'da yer alan bazı kalın ve ince ünsüz harfler tek harfle ifade edilmektedir.
Bu harfleri şöyle sıralayabiliriz:

k -> ك (kef)
-> ق (kaf)


g-ğ -> ك (kef)
-> غ (gayın)


s -> ص (sad)
-> س (sin)
-> ث (se)


t -> ت (te)
-> ط (tı)

Bu harfler kalınlık ve inceliklerine göre, kelimeyi kalınlaştırır veya inceltir. Yani bir kelimeyi okumaya başlarken, sadece ilk harfi değil, peşinden gelen harfi de göz önünde bulundurursanız, yanlış okumaların önüne geçmiş olursunuz.

Bir örnek verelim:
AK ve EK kelimelerinin Osmanlıca yazılışlarını gördüğümüzde, ince ve kalın harflere bakarak okumamızı düzgün olarak yapabiliriz.
Şöyle ki:

اق -> AK

اك -> EK

not: Kef harfinden bahsetmişken, bu harfin üç türlü kullanımı olduğunu da eklemek gerekir. Fakat bu konuyu tek başına bir sonraki derste ele almak istiyorum.

Konuyu anlamamız için çeşitli kelimeler yazmakta fayda var:

Kural:

Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri bir tarafa koyarsak, Türkçe kelimelerde ط (tı) ve ص (sad) kalın harfleri yalnızca kelimenin başında yer alır. Kalın ünlülü kelimelerde iç sesi veren T ve S harfleri yazılırken ت (te) ve س (sin) harfleri kullanılır.
Kuralla ilgili örnekleri şöyle sıralayabiliriz:


Yani buradan şu sonucu da çıkarabiliriz: Eğer bir kelimenin baş harfi dışındaki harflerde ص (sad) veya ط (tı) varsa, bu o kelime Türkçe değil, muhtemelen Farsça veya Arapça kökenlidir.

Nazar-ı Dikkat:

Alfabemizdeki bu durum, zaman zaman bazı kelimeleri yanlış telaffuz etmemize sebep olmakta. Hatta bu yüzden galatlaşmış pekçok kelime de vardır. Osmanlıca bilgisi, kelimeleri doğru telaffuz etmemize de yardımcı olur.
Mesela ikâmet (اقامت) kelimesinde her ne kadar şapkalı a kullanıyor olsak da bu a inceltilerek okunmaz. Çünkü a'dan önceki k harfi, parantez içinde de belirtildiği gibi ك (kef) ile değil ق (kaf) ile yazılmaktadır.
Yani aslında "ikaamet" şeklinde yazılması daha doğru olurdu. Fakat bu şekilde kullanılıp kabul görmüştür.
Bu konudaki örnekleri çoğaltmak mümkün. Lakin sözü fazla uzatmaya gerek yok.

Hamiş: Osmanlıca derslerine ilgi gösterip, bunu mail veya yorumla belirten arkadaşlara da teşekkürler. Sayelerinde tembellikten sıyrılabiliyorum.

mihmanhane iktibas salonu

Efendim konağı büyütüyoruz.
Karanlık odadan sonra, okuduğum kitaplardan iktibasların yer aldığı yeni bir odamız daha oldu.
Buradan buyrun:

iktibas

Hayırlı ve dahi uğurlu olsun...

Pazar, Temmuz 19, 2009

Cami mi Müze mi? (Kündekari Nedir)

Bir süredir kündekari* sanatı üzerine hazırlayacağım makale için fotoğraflar çekiyorum. Gelin görün ki bu sanatın en güzel örnekleri Osmanlı öncesi döneme ait olup, Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde.
Kündekari makalesi için önemli bir örnekse Bursa Ulucamii'nde bulunan minber. Bu minber, kündekarinin inceliklerinin yanı sıra, astronomiyle olan alakası açısından da ayrı bir öneme sahip.
Şöyle ki:
Minberin, mihraba bakan sol cephesinde güneş sistemi, sağ cephesinde ise galaksi sistemini rezmeden küre şeklinde kabartmalar yer almakta.
Öyle ki güneş sistemindeki gezegenler, sırasıyla konumlandırılmış ve büyüklükleri de orjinalinde olduğu gibi birbirinden farklı.
Yine ilginç bir başka noktaysa Plüton gezegeninin diğer gezegenlerle aynı açıya yerleştirilmemiş olması.
Yani 607 yıl öncesinin astronomi bilgisinin ne seviyede olduğunun güzel bir örneği.
Hatta bununla da yetinilmeyip, kündekari gibi yüksek geometri bilgisi gerektiren bir sanatla, üçgen bir cepheye adapte edilmesi de ayrı bir konu.
Minber yakın zamanda restorasyondan geçti. Bursa'ya gidip fotoğrafını çekmeye zaman bulamadığım için Fotoğrafçı Mustafa Demirbaş Beye rica ettim. Sağolsun onca projesinin arasında, Bursa'ya uğradığı bir vakitte minberin fotoğrafını çekti. Fakat kötü bir haber vererek.
Minberi camekan içine almışlar.


Türkiye'nin herhangi bir başka camiinde böyle bir uygulama gerçekleşmiş mi bilmiyorum ama, İstanbul'daki Selatin camilerinin hiç birinde böyle saçma bir şey yapıldığını görmedim.

Süleymaniye Camii'nin iddialı restorasyonu yakın zamanda sona erdirecek. Orada da böyle bir şey yapacaklarını sanmıyorum.
Amaç tarihi korumaksa, size, onlarca değil yüzlerce korunmaya muhtaç eser sayabilirim. Mahvolmuş, yıkılmaya yüz tutmuş ve VGM'nin Kültür Bakanlığının ilgisini beklemekteler. Önce oralarda incelik gösterilmeli. Bir caminin minberini kapatarak değil.

Camiler ibadet mekanlarıdır. Minber de bu mekanın parçası halini almıştır. Zaman içinde kazandığı fonksiyonu hepimiz bilmekteyiz. Bu yapılan neyin tedbiridir. Minbere zarar gelmemesi için yapılan bir şeymiş gibi düşünmek bana göre fazla iyi niyetli bir düşünce.
VGM'nin ibadet mekanları üzerinde böyle bir hakkı olmaması gerektiğini düşünüyorum. Zira Anadolu'nun her yerinde tarihi değeri olan bir çok cami bulunmakta ve biz öyle her şeyi camekanlar içine sokmaya kalkışırsak, camiler ibadet yerleri olmaktan çıkıp müzeler haline dönüşür ki yine tarimizde camiden müzeye tahvil edilmiş örnek bulunmaktadır.
Hem zaten, turistler de babalarının mekanı gibi girip çıkmaktalar camilere. Bu çok da yabancısı olduğumuz bir durum değil.

Tarihi eserlere ufacık bir tahribatta bulunulmasına bile çok üzülen ben, bu yapılanı anlayamadım. Anlamak istemiyorum. Ama mantıklı bir şekilde anlatmak isteyen varsa da dinlemeye hazırım.

Yine yanlış yerlerden başladık. Oysa ki yasaklar getirmek yerine, insanlara tarihi korumayı ve sevmeyi telkin eden, öğreten sosyal projeler ve ders programları uygulamak, daha kesin ve medeni bir çözüm olmaz mıydı?

-------------------------

*Künde farsça bir kelime olup, iri ve kalın ağaç anlamına gelir. Kündekar kıymetli ağaçları işleyen marangoz ve sedefçi; kündekârî, ince marangozluk ve sedefçilik anlamına gelir.
Daha geniş anlamıyla künde, kündekari tekniğiyle oyulup işlenen ağaçlara denilir.
Bu sanat, Selçuklular devrinde Anadolu'da gelişerek kendine has bir tarz almıştır.
Selçuklular bilhassa kapı, dolap kapağı, mihrapta bu tekniği çok ince işçiliklerle kullanmıştır.
Osmanlı döneminde ise daha sade bir şekil almıştır.
Künde, suyu düzgün olan ağaçların el pırandası ismi verilen özel bir rendeyle tespit edilmiş formlarda oyulması ve geçme (zıvana) tekniği adı verilen geometrik üslubu oluşturacak şekilde, küçük pek çok parçanın ana kirişe monte edilmesiyle meydana gelir.
Bu geometrik şekiller, hazırlanan taslaklar ve geometrik hesaplamalarla oluşturulur ve en önemlisi tutkal veya çivi kullanılmadan içiçe geçirilir. Hem sanat, hem hendese harikasıdırlar.
Sedef, fildişi kakma, oyma işçiliği ve farklı renklerdeki ahşap tablalarla estetik bir görünüm arz eden kündekari tekniği, kapılar, pencere ve dolap kapakları, vaiz kürsüsü, mihrap, çeşitli ahşap eşyalarda kullanılılmıştır.
Kündenin bir özelliği, değişik mevsim veya sıcaklık, nem oranlarında ağacın çalışmasına mani olmasıdır.
İç mekanlarda ceviz, şimşir, armut, kiraz, sapelli (maun) gibi ağaçlar; bezemelerde abanoz, tik, yılan ağacı, venğe, peleseng, sapelli (maun), altın varak, bağa (kaplumbağa dış kabuğu, deniz kaplumbağası), gümüş, fildişi, sedef, yakut ve zümrüt gibi degerli malzemeler kullanılır.
Dış mekanlarda meşe, sapelli (maun), ireko, tik, dişbudak gibi sert hava şartlarına dayanıklı agaçlar seçilir.

Pazartesi, Temmuz 13, 2009

Fransa'daki İlk Daimi Türk Elçimiz ve Maceraları

Yıllar sonra Churchill'ın "menfaatlerin olduğu yerde herkes kardeştir" sözünü sarfedeceği kadar ince bir siyaset ve diplomasi örneği veren Avrupa devletleri, 16. yüzyılda Türkiye'de daimi elçilikler kurmuşken, Osmanlı devleti, ta ki III. Selim devrinde, değişen dengelere ayak uydurabilmek adına daimi elçiliklere karar verdi.
Böylece diplomaside yeni bir devir açılmış, bu da muvazene siyasetinin başlangıcını oluşturmuştu. Ne var ki yeni fikirleri tatbik etmek kolay olmamış, uzun bir dönem Osmanlı siyasetçilerinin tabiri caizse "diplomat ağzı satarken" yüzlerinin kızarması kendilerini ele vermiştir.

Daimi elçiliklere tayin de ayrı bir meseledir: Bu dönemde, yabancı ülkelerdeki her çeşit vazife, üstü kapalı bir şekilde gözden düşmenin işareti olarak telakki edilmekteydi. Nitekim bu hizmet sebebiyle, kafirlerle yaşamaya, onlarla münasebet kurmaya, onların ülkelerinde oturmaya mecbur olunacaktı.

Gelelim ilk daimi Fransız elçimize:
1792 yılında İngiltere'ye gönderilen Yusuf Agah Efendiden sonra, 1797 yılında Moralı es-Seyyid Ali Efendi Fransa elçiliğine tayin olunur. Gayet zeki, cevval ve yumuşak huylu biri olan Ali Efendinin hayatının bundan sonrası adeta maceradan maceraya sürüklenerek devam etmiştir. (gerçekten de ayrı bir hikaye)

Ali Efendi, 52 gün süren Fransa yolculuğunun ayrıntılarını ve orada geçirdiği günleri sefaretnamesinde anlatmaktadır. Küçük yaşından itibaren maliye kaleminde yetişmiş, Osmanlı usul ve erkanını bilen bir adamın, hiç tanımadığı, bilmediği ve yukarıda yazdığım gibi biraz da hafife aldığı Avrupa'ya bakış açısı elbette ilginçtir.

Maiyetindeki mihmandarı Cauincourt, bir Türk katibi, iki Rum tercüman, kahya görevini üstlenen bir ağa, bir oda uşağı ve on üç hizmetkarı ile birlikte 1797 Mart’ı sonlarında İstanbul’dan ayrılır. Marsilya’ya kadar gemiyle gidecek, karantina müddetini orada tamamladıktan sonra, karadan Paris’e ulaşılacaktır.
Elbette bu karantina meselesi Ali Efendiyi biraz incitmekle beraber, Fransız yetkililerin, bunun gerekli bir prosedür olduğu, aşağılayıcı bir durum bulunmadığı yönündeki açıklamalarını yazmaktan da geri kalmaz.
Sıkıcı geçen karantina süresinin nihayetinde Marsilya’ya varılır. Burada resmi üniformalı pek çok ileri gelen ve büyük bir halk kitlesi onu merasimlerle karşılarlar. Ali Efendi bu arada Marsilya gazetelerinin abartılı haberleri ile alay etmektedir: Cüz’i ihtişam gördüklerinde taaccüpleri hadden fazla idi ki, kulunuz yevm-i mezkurda tepesi elmaslıca bir bıçak takınmıştım, gazetelerinde bil-cümle libasımız elmasla murassa imüş deyü tahrir ve neşir ettiler.
Böylece Ali Efendi Fransız magazin dünyasının eğlencesi halini almış, 55 yıldır üzerine ilk kez bu topraklara teşrif eden bir Osmanlı elçisine olan rağbetten faydalananlar için gelir kapısına dönüşmüştür.
Geçtiği şehirlerin halkına bi-edep der. Fakat mesela Vienne halkı “mu’tedil ve edebli” dir. Bu kanaatte, şehrin belediye başkanının bizzat kendi evini hazırlatıp sefiri burada ağırlamasının payı olsa gerek. Adına verilen yemekte Ali Efendi: vükela yanında nisvân-ı melâhat-peyra” ile yemek yemelerine oldukça şaşırdığını kaydeder.
Oradan Lyon şehrine geçilir. Haberi alan halk merasim günü meydanları doldurmuştur. Öyle ki Ali Efendi’nin belirttiğine göre seyircinin add ü hasrı olmayub zukaklar mâlamâl olduğundan" yarım saatlik mesafeyi ancak iki saatte kat ederler. Daha sonra ise kaldığı konak ziyaretçilerle o kadar dolar ki Ali Efendi bunu “düğün evine döndü” şeklinde ifade eder.
Lyon'da dikkatini çeken bir başka şeyse, kütüphanelerin kadın ile "malamal" olmasıdır.
Cylon şehrinin de edepsizliğini dile getiren elçimiz, bulunduğu evin "hamam-ı zenane" döndüğünden yakınarak, ne yaptıysa bu insanları başından defedemediğini anlatır.

Fotainebleau şehrinde eski kral saraylarını gezerken, kraliçelerden birinin Osmanlı hanım sultanlarının sarayına benzeterek yaptığını iddia ettikleri bir köşk için kendisine “ hanım sultanların sarayına benziyor mu?” diye sormaları üzerine hiddetlenerek "biz onların sarayının içini nasıl bilebiliriz?" şeklinde cevap verip “ ulüvv-ı şan-ı saltanat-ı seniyyeye ” münasib sorular sorulmasını ister.

Ali Efendi, gelişinin dördüncü haftasında adeta “Paris’in Kralı” olmuştur. Öyle ki Parisliler onun her türlü hareketinden etkileniyorlar, konağının olduğu sokak onu görmek isteyenlerle dolup taşıyordu.
Ali Efendi’ye olan ilgi çok fazla olduğundan her gittiği yer insan akınına uğruyordu. Bunu fark eden tiyatro ve bahçe sahipleri, elçi adına geceler tertib ederek bir hayli para kazanmaktaydılar. Şerefine verilen her eğlencenin fiyatı bir iki misline katlanıyordu.

Ali Efendi’nin bütün bu eğlenceler içinde en çok tiyatro hoşuna gitmişti.
Komedyayı şöyle tarif eder:
"Komedya demek müferrih oyun demek olub trajedya mihnetli olan menâkib misalleridir.”
Hatta sefaretnamesinde Voltaire’in bir trajedyasından üç sayfa boyunca bahseder ve oyunun son sahnesinde bütün kahramanların ölmesinden dolayı “ komedyanın derûnu matemhaneye dönüb, Fransızların kimisi ağlar, kimisi inler olmalarıyla ârızı bir sehlet hâdis olmuştur ki vasfında kalem âciz-i beste-i rakamdır”, diyerek bu manzarayı vasfetmekteki acziyetini dile getirir.

Ali Efendi’nin en çok garibine giden olaylardan biri de Odeon Tiyatrosu’nda davetli olduğu bir törende konservatuarı başarıyla bitiren genç öğrencilere mükafat verilmesi sırasında cereyan eder. İçişleri bakanı başarılı erkek ve kız öğrencilere sahnede ödüllerini verirken onları öper. Ali Efendi için bu çok garip bir davranıştır ve bunu şöyle ifade eder: İsbât-ı fen ve hüner edenleri defter mucibince davet ve alâmeinnas (herkesin gözü önünde) duhter ve gulâmları ( kız ve erkekleri) takbil ederek (öperek) Cumhur tarafından bir hediye i’tâ eyledi.”

Paris’te elçiye olan ilgi ve alaka o kadar artmıştır ki, Türk usulü başlık, türban şekli şapkalar, Türk usulü elbise ve odalık giysileri günün moda kıyafetleri haline gelmişti. Kadınlar elçinin ilgisini çekebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar, gazeteler ise Ali Efendi’yle görüşebilen “şanslı kadınlar” ı liste halinde sayfalarına taşıyorlardı.

Burada ayrıca Seyyid Ali Efendi’nin giriştiği siyasi olaylardan da bahsetmek gerekir:
Ali Efendi kendisi için gerçekten şanssız bir dönemde elçi olmuştu. Zira Talleyrand gibi kurnaz bir politikacıyla karşı karşıyadır. Bunun yanında ilk daimi elçi olduğundan, protokol için gerekli bilgilere sahip değildi. Ayrıca Bâb-ı Ali ile istediği gibi haberleşme sağlayamıyordu.
Bütün bu problemlere daha sonra Mısır meselesi de eklenecekti.
Ali Efendi tarafından daha önce hükümete sunulan nâme-i hümâyûn, asıl gayenin iki ülke arasında ciddi ticari ilişkiler tesisi ve kapitülasyonları yenilemek olduğunu göstermektedir.
Bu arada Napolyon Bonaparte, muzaffer olarak ve Avustralyalıları barışa mecbur ederek Paris’e gelir.
Artık Seyyid Ali Efendi unutulmuş, Paris semalarının yeni yıldızı General Bonaparte olmuştu.
Onun dönüşü şerefine Talleyrand’ın 3 ocak 1798’de verdiği ziyafette Ali Efendi de bulunmuş, hatta Bonaparte ile samimi bir şekilde kolkola bile girmişti. Sefaretnamesinde bu baloyu uzun uzun anlatan Ali Efendi davete katılan kadın ve erkeklerin, hele hele devlet büyüklerinin 5 direktör önünde dans etmelerini hayretle izlemiş ve şöyle ilave etmişti: Bunlarda raks marifetten olub ayıb ve ardan değildir.” Daha sonra adet üzere her bir adamın bir kadının eline yapışıp” sofraya tevcih ettiklerini ve de bu sofraya erkeklerin oturmayıp ayakta, kadınların verdikleri yiyecekleri yediklerini kaydeder.
Eğer yeni bir hareket yapmazsa İtalya’da kazandığı zaferlerin ortaya çıkardığı büyülü havanın bozulacağından korkan Bonaparte, Avusturya’da imzalanan barıştan biraz önce Mısır Seferi düşüncesini Talleyrand’a açmıştı. Esasen Ali Efendi Paris’te büyük gösterilerle karşılandığı günlerde iki adam Mısır Seferi düşüncesinde çoktan anlaşmışlardı.
Donanma hazırlığına girişildiği ülkede duyulduğu halde, seferin nereye yapılacağı uzun süre kestirilememişti. Herkes kendine göre fikirler söylerken Ali Efendi, donanmanın Sicilya Adası’na veya Cebelitarık’a gönderilebileceğini muhtemel görüyordu.
Bir görevi de Osmanlı elçisini aldatmak olan Talleyrand, Directouire hükümetinin Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmak niyetinde olmadığını , kat’i bir dille beyan etti.
Onun bu beyanı Seyyid Ali Efendi’yi tatmine kafi gelmiştir.
Kısa bir süre sonra, Bonaparte’in Malta Adası’nı zaptettiği haberi gelince elçinin içi rahatlamış ve durumu Bab-ı Ali’ye ileterek, herkese memnuniyet hasıl olduğunu” ilave etmişti. Osmanlı Elçisi’nin memnuniyeti uzun sürmedi. Zira Temmuz ortalarında, Viyana’daki meslekdaşı İbrahim Afif Efendi’nin hususi kuryesi, ona Bab-ı Ali’den bir talimat getirdi. Bunda, Mısır Seferi meselesinin Dışişleri Bakanı’na tekrar sorulması isteniyordu. Bu talimata uyan Ali Efendi Talleyrand’la görüşmüş ve Bonaparte’in korsan yatağı olan Malta’yı ele geçirmekten başka bir niyeti olmadığı cevabını almıştı.
Talleyrand, onu öyle gerçekçi bir şekilde ikna etmiştir ki olaydan bir ay sonra bile, Doğu Akdeniz’de cereyan eden vakalardan habersizdir.
Seyyid Ali Efendi’nin gafleti III. Selim’i çok kızdırmış; hatta padişah onun, bir tehlike olmadığını beyan eden tahriratı üzerine: “ ne eşek herifmiş diye yazmaktan kendini alamamıştı.
III. Selim kızmakta haksız değildi. Zira, General Bonaparte donanmayla Mısır kıyılarına getirdiği ordusunu 1 Temmuz’da İskenderiyye yakınına çıkarmış, Seyyid Ali Efendi’nin Talleyrand’la mülakat yaptığı günün ertesi de Kahire’ye girmişti.
İstanbul’a Mısır çıkartması haberinin hemen akabinde Fransız Sefiri Ruffin maiyetiyle birlikte Yedikule zindanlarına kapatılır. Bu hadiseden kısa bir süre sonra Talleyrand tarafından mülakata çağırılan Ali Efendiye hapsolunmayacağı açıklansa da Fransa'dan dönememek kendisi için bir hapis hayatı sayılmaktadır.
Artık Ali Efendi, davetlere icabet etmiyordu. Hatta Talleyrand’ın bir akşam yemeği davetini reddetmesi, istenen etkiyi göstermekte gecikmemiş ve bir gazeteci dokunaklı bir şekilde Ey Avrupa milleti, bizim nasıl bir millet olduğumuzu anlayınız! ” diye yazmaktan kendini alamamıştı.
Artık Seyyid Ali Efendi’nin Eski Osmanlı Elçisi olarak mecburi ikameti 3,5 yıl sürmüştü.
Mısır çıkarması Osmanlı tarafından haber alınınca, III. Selim hemen savaşa girişmek yerine zaman kazanmak için çeşitli tedbirler almıştı. Diğer taraftan Bonaparte’in Malta’yı zaptedip, Mısır’ı istila etmeye kalkışması İngiltere ve Rusya’nın menfaatlerine ters düşmekteydi. Bu da, Fransa karşısında; Osmanlı, İngiliz, Rus Devletlerini, menfaatleri yönünden bir araya getirmiş oluyordu. Nitekim İngiliz donanması ( 1 Ağustos 1798 ) Ebukır’da Fransa donanmasını yenerek çok büyük zarar verdi. Bu yenilgiden sonra Osmanlı İmparatorluğu, 2 Eylül 1798’de Fransa’ya resmen savaş ilan etti. Takip eden aylarda da Rusya ve İngiltere ile ittifak antlaşmaları yapmıştı. Bu antlaşmaların en önemli özelliği; Osmanlı İmparatorluğunun bu tarihe kadar Avrupa Devletleri karşısında izlediği yalnızcılık siyasetini terkedip, bundan böyle ittifak siyasetine girişmiş olmasıdır.
Yapılan savaşlar sonunda, Napolyon başarısızlığa uğradı ve gizlice Fransa’ya döndü (Eylül 1799). Seyyid Ali Efendi, bu olaya gerçekten çok sevinmiştir. Nitekim sefaretnamesinde; idarenin beş direktörü için : “ madde-i fitne ve hıyanet ve mâye-i mel’anet ve şeytânet” kişiler olarak söz etmektedir.
Osmanlı Devleti’nin iki müttefiki olan Rusya ve İngiltere ile barış görüşmelerinin başladığı bir sırada, Talleyrand Osmanlı Devleti’yle de bir barış yapmak için kolları sıvar. 3 yıl önce sefer hazırlandığı esnada Ali Efendi’yi nasıl kandırdıysa, 1801’de avantajlı barış şartları elde etmek için yine aynı başvuran Talleyrand bu defa da başarılı olur.
Ancak barış görüşmelerine memur kılınan Seyyid Ali Efendi ile yapılan müzakereler sonucunda hazırlanan senet, 9 Ekim 1801’de Bâb-ı Ali tarafından tasdik olunmadı. Ali Efendi, kötü bir anlaşmaya imza attığından Osmanlı hükümetine küçük düştüğü gibi, Fransa hükümeti nezrinde de itibarını kaybetmişti. Aynı zamanda barış antlaşması esaslarının müzakeresinde faal rol oynayan baş tercümanının Fransa adına casusluk yaptığı da Bâb-ı Ali tarafından öğrenilmişti. Seyyid Ali Efendi ise, baş tercümanının ihanetini sezememiş, aksine onun mükafatlandırılmasını Bâb-ı Ali’ye teklif etmişti. Bu hususları göz önünde bulunduran Padişah III. Selim, Fransa ile barış müzakereleri için, başka birini vazifelendirmeyi uygun gördü ve Amedi Mehmed Said Gâlib Efendi Paris’e gönderildi. Artık Seyyid Ali Efendi’nin diplomatik görevi sona ermişti ve geri çağırılmıştı.
Nihayet 16 Temmuz 1802’de dönüş yolculuğu başlar. Bu kez elçinin mahiyetinde çok az kişi vardır ve geçtiği şehirlerde de büyük törenler yapılmamıştır. Macaristan ve Erdel yoluyla Bükreş’e gelen Ali efendi, Silistre’den Osmanlı Ülkesi’ne ayak bastığında, duygularını şöyle ifade etmektedir: “ Nihayet Silistre kentine geldik ve çok zamandan beri görmeyi arzu ettiğimiz ve özlediğimiz cami ve minarelerin yüzünü görmekle gözümüz nurlandı.”

Osmanlı Devleti’nin ilk Paris ikamet elçisi, iyi niyet sahibi olmakla beraber, kendisinde bir diplomatta aranılan vasıflar bulunmamaktaydı. Mısır Seferi hazırlanışı ve icrası boyunca Seyyid Ali Efendi’nin Talleyrand tarafından aldatılması, baş tercümanı Codrika’nın iki yüzlülüğünü fark edemeyişi de bunu desteklemektedir. Seyyid Ali Efendi elçilik vazifesinde ve daha sonra barış müzakerelerine memuriyetinde başarı sağlayamamıştır. Bunda onun siyasi tecrübesizliği, hiç şüphesiz başlıca sebeptir. Karşısına Talleyrand gibi en usta diplomatlardan birinin bulunması da, daha önce belirttiğim gibi Seyyid Ali Efendi için bir talihsizlik olmuştur.

Kaynaklar:

· Ahmed Refik, “Moralı Es seyyid Ali Efendi’nin Sefaretnamesi”, T.O.E.M, cüz. 20-24, 1329

· E. Z. Karal, III. Selim’in Hatt-ı Hümayunları, Ankara1942

· E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, Ankara 1999

· Ercüment Kuran, Avrupa’da İkamet Eden Osmanlı Elçiliklerinin Kurulması ve İlk Daimi Elçilerin Siyasi Faaliyetleri, İstanbul 1942

· Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, Ankara1992

· Kemal Beydilli, “K. Kaynarca’dan Tanzimat’a Islahat Düşünceleri”, İlmi Araştırmalar 8, İstanbul 1999

· Maurice Herbette, Fransa’da İlk Daimi Türk Elçisi Moralı Esseyyid Ali Efendi, (1797-1802), çeviren ve değerlendiren: Erol Üyepazarcı, İstanbul 1997


Çarşamba, Temmuz 08, 2009

nisyan ile mağdurum

"Hafıza-yı beşer nisyan ile maluldür." demişler. Aslında unutmak insan için bir nimet. Unutmadan yaşanmaz. Ama neyi unutmadan?
İşte burada ipler kopuveriyor.

İlber Ortaylı Hoca bir keresinde "insan yirmibeşe kadar ne aldı aldı, sonra durur hafıza" dediğinde çok da tiye almamıştım bu sözü. Halbuki bundan kastı bunamak veya balığa dönüşmek değilmiş elbet. 25 öncesi mermere kazınırken, yaş ilerledikçe suya yazılıveriyor öğrenilenler.
Bilgi dağarcığını civa gibi elimizde tutmaya çabalarken buluyoruz kendimizi. Buna mukabil, olayların muhteviyatı, yaşanılanlar ve bunların iç alemimize akisleri daha bir vurgulu, daha bir derin oluyor.
Bunun adı olgunlaşma mı?


Can sıkıcı hallere bürünüyor bazen bu unutkanlık. Özellikle işinizle ilgili konularda. En ufak bir şey için bile not tutmaya başlıyorsunuz. Yani başlıyorum.
Tarihle uğraşan birinin isimleri ve tarihleri unuttuğunu düşünebiliyor musunuz?
Düşünmeyi bırakın, bunu yaşayan bir örnek var karşınızda!

Böyle zamanlarda aklıma hep Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık kitabında yaşanan unutkanlık hastalığı geliveriyor.
Orada da benzer bir çözüm bulmuşlardı hastalığa.

"...
Bellek kaybını birkaç ay olsun önleyecek formülü Aureliano, hem de kazara buldu. Hastalığa ilk yakalananlardan biri olarak bu alanda uzmanlaştığı için, gümüş işleme sanatında da kusursuz bir ustalığa erişmişti. Bir gün maden varaklarını dövmekte kullandığı ufak örsü ararken, adını bulamadı. Babasına sordu, babas 'ıskaça' dedi. Aureliano bunu bir kağıda yazıp örsün sapına yapıştırdı: Iskaça. Böylece bir daha unutmazdı. Meretin adı zaten bir tuhaf olduğundan, bunun bellek kaybının ilk belirtisi olduğu da aklına gelmedi. Ama birkaç gün sonra, baktı ki laboratuvardaki nesnelerin neredeyse hiç birinin adını anımsamıyordu. Bunun üzerine, hepsinin adını yazıp yapıştırdı, baktı mı ne olduklarını anlıyordu artık. Babası yelyepelek gelip çocukluğunun en önemli anılarını bile unuttuğundan der yanınca, Aureliona bulduğu yöntemi babasına da açtı ve Jose Arcadio Buendia bunu önce evde, daha sonra bütün kasabada uygulamaya koydu. Fırçayı mürekkebe batırıp her şeyin üzerine adını yazdı: masa, sandalye, saat, kapı, duvar, yatak, tencere. Ağıla gitti, ne kadar hayvan, ne kadar bitki varsa, onlara da birer inek, keçi, domuz, tavuk, manyok, kaladyum, muz etiketi koydurdu. Zamanla bellek kaybının nerelere varabileceğini inceledikçe, eşyanın adını üzerindeki yazıdan çıkartabileceklerini, ama neye yaradığını unutacaklarını da kavradı. O zaman işi daha da geliştirdi. İneğin boynuna astığı şu yazı, Macondoluların bellek kaybına karşı hazırlıklı olduklarının somut kanıtıdır:
Buna inek derler. Süt versin diye her sabah sağılması gerekir, sütün de sütlü kahve yapmak üzere kahveyle karıştırılabilmesi için kaynatılması şarttır.
Böylece, bir an için adlarıyla yaklanan, ama yazılı harflerin ne demeye geldiğini unuttukları anda kaçıp ellerinden kayıveren bir gerçeği yaşamaya başladılar.
Bataklığa açılan yolun başına Macondo yazılı bir levha diktiler. Ana caddeye Tanrı vardır yazılı bir tabela astılar. Bütün evlere, nesneleri ve duygularını hatırlatmaya yarayacak yazılar yazıldı. Ama bu sistem öylesine büyük bir dikkat ve sağlam sinir istiyordu ki, çoğu kişi, kendi uydurdukları, bir işe yaramaz ama rahatlatıcı bir düşsel gerçeğin büyüsüne kapıldı...." shf.45-46.

Cuma, Temmuz 03, 2009

sabra tahammül yok, ümit-vâr cânımda

Büyük İskender İran seferine çıkacağı vakit şahsî hazinesini dağıtır. Yakın arkadaşı Perdiccas'a da gayet kıymetli bir mücevher hediye ettiğinde, aralarında şöyle bir konuşma geçer:

P-İyi ama, hazinenizdeki herşeyi etrafınızdakilere dağıttınız. Size ne kalıyor?
İ-Bana ümit kalıyor.

P- Öyleyse bu mücevherleri bana vermeyiniz. En yakın silah arkadaşınız olarak, size kalan ümidi paylaşmak isterim.


Fakirin aşı, aşık'ın yoldaşı, yeis'in rakibi, hasretin akranıdır ümit. İlla bir şeylere, birilerine hissedilir.
Peyami Safa Mahşer'inde "hasta bir ümit, sağlam bir yeisten daha fenadır" der ve ekler: Ümitsizliğin bir derecesi vardır ki, o vakit irade sevki tabii gibi kördür, nasılsız ve nicesizdir, gayesinde sarhoş gibi körkütük gider ve o vakit insiyâki bir iş gören zekâ ne yaptığını bilmez."
Demek odur ki, ümit kadar kuvvetlidir ümitsizliğin halleri. Derindir.

Şair mısralarında çokça yer bulmuştur bu girift, çetrefilli, kimi zaman ömür kurtaran his.

Ne tende cân ile sensiz ümmid-i sıhhat olur
Ne cân bedende gam-i firkatinde râhat olur

der Nef'i. Sevgilisiz sıhhat ümidi bile yoktur, ayrılık gamıyla rahat edemeyen cânında. Bütün yollar yokluğa çıkar, onsuz her halükarda ten de rahat bulmaz, can da...

Şeyh Galip temkinlidir. İçtiği kızılcık şerbetidir sanki:

Senden ey şuh ben ümmid-i visal eylemedim
Tab'ıma hadşe verip fikr-i muhal eylemedim

Hüsn ü Aşk'ındaysa gam defterine ulaşan olmadığını ve yârden yana isteğe ümidinin de bulunmadığını dile getirir:

Gam defterinin residi yoktu
Senden bana kâm ümidi yoktu

Sonra işin rengi değişir. Belki sevgiliye olandan daha büyük bir sevda ile sarılır kaleme şair Hürriyet kasidesinde:

Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmid-i istikbâl
Cihanı sensin azad eyleyen bin ye's ü mihnetten

ve ümit istemeyenler de çıkıp meydan okurlar:

Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem perr-ü-bal
Kendi cevvim, kendi eflakimde kendim tairim,
İnhina tavk-ı esaretten girandır boynuma;
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim
Karıncayı gideceği yoldan döndürmeyen ümit, zaman zaman uzaklaşıp nice yollardan çevirir insanı. Kimi beyhudeliklerimize yarenlik ederken, korkunun arkasından kovalayıp kaçırdığı demler de olur.
Her şeye rağmen, kaybı eksiklik, varlığı esenliktir.
Hele şu binbir hesabın, karmaşanın, yalanın döndüğü memleketimde.
Yani ki bunca yokluğun içinde ümit-vâr olmaktır aşımız...