Her tanım bir sınır çizmektir ve bazı şeyler sınır tanımaz. Aşk gibi...
Daha ilk satırda büyük sözler söyletiverir işte böyle.
Eli kalem, dili kelam tutan herkes asırlardır ne çok şey söylemiş ve her söylenen ne kadar eksik kalmış. Söylenenlerin hepsi ondan bir parçayken, o hiç bir tanımın parçası olmamış.
Buraya kadar herşey güzel. Bir solukta yazıldı. Parmaklarım tuşlara dokundukça satırlar artacak ve yine söylenmişlere benzer sözler dizilecek sıraya. Bu yüzden aşkı metheden bu serenatı başladığı yerde bırakıyorum.
Peki maksat hasıl olacak mı?
"Arif olan anlar" hükmünce söylenen söylendiğiyle, anlanansa anlaşıldığı kadarıyla kalacak.
Bundan hasıl olanlar da ya ezber bozacak, ya ezberlenenlerin yanına ilişip izbe bir köşede hayatın fiiline ilişmeyi bekleyecek.
O eski devirlerde söz, gönlün merhemi olup yaralara sürülürken, muhattabını bulamamış çaresiz âşıklara deva olurdu. Çünkü ne telefon vardı halet-i pür melali fâş edecek, ne mail, ne facebook.
İşte bu yüzdendi ki şiirlerde aşktı asıl mevzu. Sevgiliydi, rakipti... Merâmı ifade edebilecek tek kürsüydü şiir. Teşbihler öyle derinleşiyor, öyle uzayıp gidiyordu ki bunca hudutsuzluk içinde Mecnunlar, Ferhatlar dolu dizgin at koşturuyordu.
Bir yandan da şairler ikaz edip duruyordu şaşkın beşeri:
"Can verme gam-ı aşka, aşk afet-i candır
Aşk afet-i can olduğu meşhur-ı cihandır"
Temmeti atılmamış bir kitaba dönüşmüştü aşk... Gelen yazdı, giden yazdı...
Gel zaman git zaman geçti, şimdiki zaman gelip çattı ve aşk bir pazar halini aldı. Kitap olup bestsellere karıştı, dizi olup efsanelerle yarıştı. Sinema filmi oldu, hatta ondördüncü Şubat gününe denk düşürüldü. Oysa aşk bir delilikti ve deliye hergün bayramdı. İki cümlede bir tezattı sözler. Üç yanlış bir doğruyu götürmüyor, iki yanlıştan bir aşk, şak diye doğuveriyordu (!)
Birilerinin içi yandı, birilerinin başı. Ama bu işten çok paralar kazanan da vardı. Yani kiminin de aş'ı oldu.
Hani eskiden bir âşık ve bir de mâşuk vardı ya. Artık bir gâdir ve bir de mağdur vardı. Hatta işi azıtanlarca bir gâdir, onlarca mağdur...
"Din afyondur" diye saf dimağlara fesat karıştıranlar şunu söyleyemediler mesela: "Aşk, afyondur."
Öyle bir mevsimine gelinmişti ki aşkın, afyona dönüşmüştü. Uyutuluyorduk. Kitaplarla, filmlerle, şarkılarla, türkülerle. Hem de güle oynaya, hem de özene bözene...
İnsanlar birbirini yiyordu, birbirinin üstüne hastalıklı hislerini boca ediyordu, aşığım, aşıksın, aşk diyordu da aşkın esamesi okunamıyordu bir türlü.
Çünkü afyonlanmıştık ve belki domuz gribi gibi bulaşıcı bir hastalığa dönüşmüştü artık aşk.
Aslı olmayan şeyin gölgesi de olmayacağına göre, bu yeni aşk ne asıldı ne gölge. Bir yerlerde mi asılı kalmıştı. Ne bilen vardı artık ne bulan. Ne de o kadar önemseyen...
Şairin biri çıktı şöyle dedi:
"başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
bakıp başkasının başkayla kurduğu bağlantıya
aşka dair diyoruz ilk anı bu olmalı "
Ezberlenmiş ve taklit edilmiş şey, elbet aslından uzaklaşır her tekrarda. İşte bu yüzden, icat edildiği günden beri aslından uzaklaşıp şekil değiştiren mecazi aşklara bin şahit de bulunamaz oldu. Çünkü aşkın aslını bilen bir şahit de kalmamıştı ki, her hissinin adını "aşk" koyan aklı avarelere dert anlatılsın.
Mecazi aşklardan, milenyum aşklarına doğru gelindikçe, insanın insana beslediği şeyin ne iken ne olduğunu sorgu masasına yatırıp, üstüne kuvvetli bir ışık tutsak ne görürüz acaba?
Hiçbir şey göremeyiz elbette. Bu hayali ticaretin satıcıları ceplerini doldururken, alıcılarının anlatacak bir "aşk hikayesi" var muhakkak. Replikleri birbirine benzeyen, giriş-gelişme-sonuç örgüsü iki ters bir düz...
Hasılı: Bir aşk varsa, efsanelerde kalmıştır. Gördüğünü zannedenlere geçmişler olsun...
Buna rağmen aşktan hasta olduğunu sananlar varsa da antidepresan ve biraz da terapi öneririm...
Ve ne mutlu hakiki muhabbet ehline ki, aklı başında severler birbirlerini...
Perşembe, Ekim 22, 2009
Pazartesi, Ekim 12, 2009
şüphe ve kuşku
12.10.09
Türkçe, terim ve deyim zenginliği olan ve çeşitli milletlerin lisanıyla da beslenmiş bir imparatorluk dili. Fakat maalesef gittikçe kısırlaştırılmakta, daraltılmakta.
Mesela Araplardan kalbi, Farisîlerden dil ve can'ı almış, bir de ona kendi yüreğimizi eklemişiz. Her birini farklı mana veya kelimelerle kullanmış, tek bir kelimeyle iktifâ etmemişiz.
Bugün bahsedeceğimiz iki kelimeyse elli yıl öncesine kadar farklı anlamlara gelirken, nasıl olmuş, niye olmuşsa TDK'nın da gayretleriyle eşanlamlı kullanılmaya başlanmış.
İki kelime, yani:
Kuşku ve Şüphe
Öncelikle bu kelimelerin etimolojik yapısını inceleyelim.
Kuşku Türkçe bir kelime. Kamus-ı Türkî'de: Kuş gibi korkup ürkme, irtiaş (titreme), tevahhuş (korkma, ürkme) olarak tanımlanmış.
Yani kelimenin kökü kuş. Ancak aldığı ek, isimden isim yapan değil, fiilden isim yapan -gi eki.
Burada elbette bir problem bulunmakta. Fakat kelime dilimizde bu şekilde kullanılagelmiş.
Şüphe ise Arapça bir kelime. "Şibh" yani benzemek kelimesinden geliyor. Arapça kamusta yazıldığı üzere: "şebbehe" karıştırmaya sebep olmak; "eşbehe" benzemek; "eştebehe" karışık geldi demektir.
Teşbih kelimesi de aynı kökten gelmektedir.
Buna göre;
Kuşkuda bir korku, sakınma, çekinme, hoş olmayan bir şeye uğrama endişesi vardır. Vesveseli bir haldir. Olmayan bir şeyin olma ihtimali mevzubahistir.
Şüphe ise var olan şeylerle ilgilidir. Yani iki veya daha fazla şey arasında hangisi olduğunu kestirememek. Ki yukardaki "benzemek" köküyle ilişkilendirirsek, iki benzer hal arasında kararsız kalma durumu da diyebiliriz. Bir şeyin olup olmadığı hakkındaki tereddüt de yine şüphedir.
Günümüzde aynı manaya gelen bu iki kelime, görüldüğü üzere farklı iki hali ifade etmektedir.
Her ne kadar halk dilinde birleştirilmiş olsalar da mesela psikiyatride yukarıdaki ayırım söz konusu imiş. Bu konuda öğrendiklerimizi de ekleyelim:
Şüphe emin olamama durumudur ve obsesyonun tipik özelliğidir. Obsesif kompulsif bozukluk gibi.
Kuşkuysa daha çok zarara uğrama endişesi içerir ve psikozlarda görülür.
Demek ki biz halk dilinde her ne kadar aynı manada kullansak da işin erbabınca hiç de öyle değil.
hamiş: İlim-bilim deyip ekşisözlüğü referans olarak göstermek belki biraz ekşi gelebilir ama kalkıp daha karmaşık ve anlaşılmaz birşeylerle meseleyi dağıtmak istemedim. Konuda uzman olmak değil, o hastalığın ne olduğunu az çok anlayabilmekti amaç.
Türkçe, terim ve deyim zenginliği olan ve çeşitli milletlerin lisanıyla da beslenmiş bir imparatorluk dili. Fakat maalesef gittikçe kısırlaştırılmakta, daraltılmakta.
Mesela Araplardan kalbi, Farisîlerden dil ve can'ı almış, bir de ona kendi yüreğimizi eklemişiz. Her birini farklı mana veya kelimelerle kullanmış, tek bir kelimeyle iktifâ etmemişiz.
Bugün bahsedeceğimiz iki kelimeyse elli yıl öncesine kadar farklı anlamlara gelirken, nasıl olmuş, niye olmuşsa TDK'nın da gayretleriyle eşanlamlı kullanılmaya başlanmış.
İki kelime, yani:
Kuşku ve Şüphe
Öncelikle bu kelimelerin etimolojik yapısını inceleyelim.
Kuşku Türkçe bir kelime. Kamus-ı Türkî'de: Kuş gibi korkup ürkme, irtiaş (titreme), tevahhuş (korkma, ürkme) olarak tanımlanmış.
Yani kelimenin kökü kuş. Ancak aldığı ek, isimden isim yapan değil, fiilden isim yapan -gi eki.
Burada elbette bir problem bulunmakta. Fakat kelime dilimizde bu şekilde kullanılagelmiş.
Şüphe ise Arapça bir kelime. "Şibh" yani benzemek kelimesinden geliyor. Arapça kamusta yazıldığı üzere: "şebbehe" karıştırmaya sebep olmak; "eşbehe" benzemek; "eştebehe" karışık geldi demektir.
Teşbih kelimesi de aynı kökten gelmektedir.
Buna göre;
Kuşkuda bir korku, sakınma, çekinme, hoş olmayan bir şeye uğrama endişesi vardır. Vesveseli bir haldir. Olmayan bir şeyin olma ihtimali mevzubahistir.
Şüphe ise var olan şeylerle ilgilidir. Yani iki veya daha fazla şey arasında hangisi olduğunu kestirememek. Ki yukardaki "benzemek" köküyle ilişkilendirirsek, iki benzer hal arasında kararsız kalma durumu da diyebiliriz. Bir şeyin olup olmadığı hakkındaki tereddüt de yine şüphedir.
Günümüzde aynı manaya gelen bu iki kelime, görüldüğü üzere farklı iki hali ifade etmektedir.
Her ne kadar halk dilinde birleştirilmiş olsalar da mesela psikiyatride yukarıdaki ayırım söz konusu imiş. Bu konuda öğrendiklerimizi de ekleyelim:
Şüphe emin olamama durumudur ve obsesyonun tipik özelliğidir. Obsesif kompulsif bozukluk gibi.
Kuşkuysa daha çok zarara uğrama endişesi içerir ve psikozlarda görülür.
Demek ki biz halk dilinde her ne kadar aynı manada kullansak da işin erbabınca hiç de öyle değil.
hamiş: İlim-bilim deyip ekşisözlüğü referans olarak göstermek belki biraz ekşi gelebilir ama kalkıp daha karmaşık ve anlaşılmaz birşeylerle meseleyi dağıtmak istemedim. Konuda uzman olmak değil, o hastalığın ne olduğunu az çok anlayabilmekti amaç.
Cumartesi, Ekim 10, 2009
Mehriya Masalı II
10.10.09
Suskunlukları tam kırk gün sürdü.
Konuşan insan, konuştuğu her lahzada dünyada var olan bir hakikate karşı dikkatsizleşirdi. Dikkati kendi kelamında toplamanın da elbet bir bedeli vardır. Susan hep daha ince görürdü.
-Tam kırk altın!
Kırk birinci günün sabahında ağızdan çıkan ilk sözdü bu. O an bir hikmet daha kayıp gitmişti gözlerinden.
Otuz dokuz gün yağmur yağmış ve o sabah ilk kez güneş açmıştı oysa. İnsanın yaratıldığı çamur kıvamındaydı toprak.
Tek bir cümleyle hikmet gitmiş, dil çözülmüştü.
İlerde beliren karartı önce buharlaştı. Sonra yeniden yağan yağmurla birlikte o hikmetli toprağa düştü.
"-Ben sizin içinize düşen nifak tohumlarıyım. Kaşlarınızın arasındaki köşk mülkümdür artık."
Uzun süredir konuşmayan diller çözülünce bu söz de kulaklara erişmeden kayboluvermişti.
-Bu altınları gömelim.
-Ya içimizden biri gizlice alır kaçarsa?
-Şu karşıki tepeye diker ve birbirimizi kollarız.
-Ya uyursak?
-Her gece iki kişi nöbet tutar.
-Yarın yola çıkalım. Bu gece uyumayız.
Karartıyı hatırlayan yoktu. 40 günün sonunda, kafaları bulandırıp suskunluk hazinesini sunan o bilinmez unutulmuştu çoktan.
Ertesi gün yola çıkıldı...
Pazartesi, Ekim 05, 2009
Bir Klişenin Tiyatral Hali: Çıkmaz Sokak
05/10/2009
Tiyatro sezonumuzu açtık. İlk oyunumuz, Şehir Tiyatroları için yeniyse de daha evvel pek çok kez gösterilmiş ödüllü bir oyun:
Çıkmaz Sokak
Yazarı, yönetmeni, oyuncuları hakkındaki bilgilere ŞT sitesinden ulaşabilirsiniz.
-dikkat spoiler çıkabilir- (sonunda ben de kullandım bu kelimeyi)
Oynun sahnesi ve kostümler iyiydi. Oyuncuların performansı da gayet yerindeydi.
Fakat asıl sorun oynun kendisindeydi diyebiliriz. Her ne kadar Yunanistan'daki cuntayı anlatsa da genel anlamda bütün dünyada eleştirilen işkence meselesi işlenmiş. Bir olay örgüsü var. Ancak oynun ikinci bölümündeki diyaloglar bir süre sonra kendinin tekrarı olmakla kalmayıp, son derece klişe mesajlar vermeye başlıyor. Tabiri caizse bu bölümü seyretmek yerine, işkence karşıtı bir protesto gösterisini izleseniz daha fazla heyecana kapılırsınız. Bu yeknesaklık içerisinde oldukça ezber dolu ve sıradan cümleler oyna olan dikkati oldukça azaltmakta.
Oyunda Celika, işkencecisine öfkeyle ve hırsla bağırırken, ona değil seyircinin vicdanına hitap edercesine salondakilere doğru sesleniyor. Yani baştan sona mesaj mesaj mesaj...
Tiyatronun mesaj veren bir dili ve görevi de var ve şahsen işkenceye karşı böyle bir tepkiyi manalı buluyorum. Fakat benim eleştirdiğim oynun yeknesaklığı ve mesajların kafamıza boca edilmesi. Amaç, içerde kalan kini, haksızlığa tepkiyi dışarı dökmekse ve yol olarak tiyatro seçilmişse, cümleler de klişeden kurtulmuş olmalıydı. Belki onca konuşmanın arasına bir kaç olay eklenebilirdi. Hoş hareketten yoksun değil. Celika mahkumunu gayet güzel itip kaktı. Orasına burasına vurdu vs. (bu arada Celika'yı canlandıran oyuncu, metro-tramvay-trenlerdeki o hoş sesli bayan. nasıl da tezat)
Elbette bu eserin 1980 yılında yazılmış olması, belki kendi döneminde görevini fazlasıyla yerine getirmesini sağladı. 1986-89 yılları arasında büyük bir ilgiyle izlenmiş olması da bunu desteklemekte.
Türkiye'deki herhangi bir ihtilali yaşamış büyüklerimizin ilgisini çekme ihtimali de yüksek. Ne de olsa bir acının her ne şekilde olursa olsun hatırlanması, insanı heyecanlandırır.
Oynun belli bir sonu yok. Ucu açık bırakılmış. Spanos'un alnına dayanan silah, adeta mağdurun vicdanına dönüştürülmüş ve onu bekleyen son seyirciye bırakılmış:
Ya o tetiği çekip öc alınır ya da aynı işkence ve katlin bir parçası olunmayıp silah aşağı iner.
"İşkenceciler ve mağdurları hakkında bir şey bilmiyorum", hatta "cunta da ne demek kardeşim" diyenlerle; "o günleri biz iyi biliriz, gidelim de bir görelim nasıl yorumlamışlar" cümlelerini aklından geçirenler oynu izlesinler derim. Geri kalanlara da -şimdilik- bu sene de gösterilen Maskeliler oynunu tavsiye ederim.
Tiyatro sezonumuzu açtık. İlk oyunumuz, Şehir Tiyatroları için yeniyse de daha evvel pek çok kez gösterilmiş ödüllü bir oyun:
Çıkmaz Sokak
Yazarı, yönetmeni, oyuncuları hakkındaki bilgilere ŞT sitesinden ulaşabilirsiniz.
-dikkat spoiler çıkabilir- (sonunda ben de kullandım bu kelimeyi)
Oynun sahnesi ve kostümler iyiydi. Oyuncuların performansı da gayet yerindeydi.
Fakat asıl sorun oynun kendisindeydi diyebiliriz. Her ne kadar Yunanistan'daki cuntayı anlatsa da genel anlamda bütün dünyada eleştirilen işkence meselesi işlenmiş. Bir olay örgüsü var. Ancak oynun ikinci bölümündeki diyaloglar bir süre sonra kendinin tekrarı olmakla kalmayıp, son derece klişe mesajlar vermeye başlıyor. Tabiri caizse bu bölümü seyretmek yerine, işkence karşıtı bir protesto gösterisini izleseniz daha fazla heyecana kapılırsınız. Bu yeknesaklık içerisinde oldukça ezber dolu ve sıradan cümleler oyna olan dikkati oldukça azaltmakta.
Oyunda Celika, işkencecisine öfkeyle ve hırsla bağırırken, ona değil seyircinin vicdanına hitap edercesine salondakilere doğru sesleniyor. Yani baştan sona mesaj mesaj mesaj...
Tiyatronun mesaj veren bir dili ve görevi de var ve şahsen işkenceye karşı böyle bir tepkiyi manalı buluyorum. Fakat benim eleştirdiğim oynun yeknesaklığı ve mesajların kafamıza boca edilmesi. Amaç, içerde kalan kini, haksızlığa tepkiyi dışarı dökmekse ve yol olarak tiyatro seçilmişse, cümleler de klişeden kurtulmuş olmalıydı. Belki onca konuşmanın arasına bir kaç olay eklenebilirdi. Hoş hareketten yoksun değil. Celika mahkumunu gayet güzel itip kaktı. Orasına burasına vurdu vs. (bu arada Celika'yı canlandıran oyuncu, metro-tramvay-trenlerdeki o hoş sesli bayan. nasıl da tezat)
Elbette bu eserin 1980 yılında yazılmış olması, belki kendi döneminde görevini fazlasıyla yerine getirmesini sağladı. 1986-89 yılları arasında büyük bir ilgiyle izlenmiş olması da bunu desteklemekte.
Türkiye'deki herhangi bir ihtilali yaşamış büyüklerimizin ilgisini çekme ihtimali de yüksek. Ne de olsa bir acının her ne şekilde olursa olsun hatırlanması, insanı heyecanlandırır.
Oynun belli bir sonu yok. Ucu açık bırakılmış. Spanos'un alnına dayanan silah, adeta mağdurun vicdanına dönüştürülmüş ve onu bekleyen son seyirciye bırakılmış:
Ya o tetiği çekip öc alınır ya da aynı işkence ve katlin bir parçası olunmayıp silah aşağı iner.
"İşkenceciler ve mağdurları hakkında bir şey bilmiyorum", hatta "cunta da ne demek kardeşim" diyenlerle; "o günleri biz iyi biliriz, gidelim de bir görelim nasıl yorumlamışlar" cümlelerini aklından geçirenler oynu izlesinler derim. Geri kalanlara da -şimdilik- bu sene de gösterilen Maskeliler oynunu tavsiye ederim.
Cumartesi, Ekim 03, 2009
Mehriya Masalı I
I
Yontulmuş selvi ağaçlarının yongaları batınca parmağına, bin yıl önceki hikayeyi hatırladı. Bin yılı yüzdelik dilimlere ayırıp, o dilimler boyunca ölenleri getirdi aklına. Herbenia çiçeklerinin güzel koktuğu için ölülerin mumlayalanmasında kullanıldığını da ve amberin ve miskin... Güzelliği ölümsüzlüğe bağlamak için bir sebep daha vardı yani. Bağladı. Kurduğu bütün bağların arasında kendisinin de bir şeylere bağlandığını farketti mi? Etmemezlikten geldi.
Kanayan parmağına, bir çeşit kaktüs parçasını bastırdı. Bu bitkiyse güzel değildi. Fakat yüzyıllarca Afrika'da güzellik ve sağlık için kullanılmıştı.
Görüntü ve kokunun ötesinde dokuda da güzellik vardı.
Selvi ağaçları da güzel koktuklarından mezarlıklara dikiliyordu.
Güzellik ve ölüm.
Xi efsanesinin, kendini hapseden taşa, her gün bir kere vurarak özgürlüğe kavuşan süslü balıkları yoktu. İstiridyeler de yoktu. Mercan kayalıkları da.
II
Sözün başladığı noktada değildik. Oysa bitirilmiş sözler, verilmiş sözler, alınmış sözler vardı. Hepsi etrafa saçılmış ve başlama noktası kaybolmuştu.
Etrafta minik serçeler uçuşuyordu. Bülbüler vardı az ilerde. Ama artık susuyorlardı.
- Ne de güzel öterlerdi eskiden.
- Dut yediklerinden...
- Burası eskiden hep dutluktu yani!
- Çünkü dut çok tatlıydı, yapış yapış oldu minik ağızları. Yazık.
- Hayır, o dut bu dut değil karıştırıyorsunuz. O aslında tuti idi. Çok konuşurdu. Bülbül de susardı onun yanında. Sonra dut diye kaldı akıllarda.
- Aslında bülbül dut dalındayken gül'e vurulmuştu. O dem sustu. Çünkü bildi ki aşkın dili suskunluktu.
- O sadece bir kuş. Ötmesinin sebebiyse haberleşme.
- Çok sığsın.
- Abartıcısın.
Aşk suskunluksa demek ki aşk buralarda değildi.
- Aşk nerelerde?
- Onu gözümüz tutmayınca, bari esir pazarına götürüp satalım dedik. Sonra baktık ki meğer aşk esir pazaranın sahibiymiş.
- Kanlıları görmesin diye kılık değiştirmiş.
- Bizi de esir alacaktı ki kaçtık, buraya geldik. Asıl ıssızlık bu zemindeymiş.
- Aşk mı geçmiş yani buradan?
- ...
Bir rüzgar esmeye başladı. Kuru değildi, ne soğuktu ne sıcak. Ilıktı ama hoş da değildi.
- Hoşnutsuzluk senin içinde.
- Şair der ki...
- Şairler buraya giremez.
- Onlar da esir pazarındaydı.
- Ama esir tüccarıydılar...
Bir ses duyuldu. Ardından bir karartı belirdi.
- Susalım!
Sustuk.
Yontulmuş selvi ağaçlarının yongaları batınca parmağına, bin yıl önceki hikayeyi hatırladı. Bin yılı yüzdelik dilimlere ayırıp, o dilimler boyunca ölenleri getirdi aklına. Herbenia çiçeklerinin güzel koktuğu için ölülerin mumlayalanmasında kullanıldığını da ve amberin ve miskin... Güzelliği ölümsüzlüğe bağlamak için bir sebep daha vardı yani. Bağladı. Kurduğu bütün bağların arasında kendisinin de bir şeylere bağlandığını farketti mi? Etmemezlikten geldi.
Kanayan parmağına, bir çeşit kaktüs parçasını bastırdı. Bu bitkiyse güzel değildi. Fakat yüzyıllarca Afrika'da güzellik ve sağlık için kullanılmıştı.
Görüntü ve kokunun ötesinde dokuda da güzellik vardı.
Selvi ağaçları da güzel koktuklarından mezarlıklara dikiliyordu.
Güzellik ve ölüm.
Xi efsanesinin, kendini hapseden taşa, her gün bir kere vurarak özgürlüğe kavuşan süslü balıkları yoktu. İstiridyeler de yoktu. Mercan kayalıkları da.
II
Sözün başladığı noktada değildik. Oysa bitirilmiş sözler, verilmiş sözler, alınmış sözler vardı. Hepsi etrafa saçılmış ve başlama noktası kaybolmuştu.
Etrafta minik serçeler uçuşuyordu. Bülbüler vardı az ilerde. Ama artık susuyorlardı.
- Ne de güzel öterlerdi eskiden.
- Dut yediklerinden...
- Burası eskiden hep dutluktu yani!
- Çünkü dut çok tatlıydı, yapış yapış oldu minik ağızları. Yazık.
- Hayır, o dut bu dut değil karıştırıyorsunuz. O aslında tuti idi. Çok konuşurdu. Bülbül de susardı onun yanında. Sonra dut diye kaldı akıllarda.
- Aslında bülbül dut dalındayken gül'e vurulmuştu. O dem sustu. Çünkü bildi ki aşkın dili suskunluktu.
- O sadece bir kuş. Ötmesinin sebebiyse haberleşme.
- Çok sığsın.
- Abartıcısın.
Aşk suskunluksa demek ki aşk buralarda değildi.
- Aşk nerelerde?
- Onu gözümüz tutmayınca, bari esir pazarına götürüp satalım dedik. Sonra baktık ki meğer aşk esir pazaranın sahibiymiş.
- Kanlıları görmesin diye kılık değiştirmiş.
- Bizi de esir alacaktı ki kaçtık, buraya geldik. Asıl ıssızlık bu zemindeymiş.
- Aşk mı geçmiş yani buradan?
- ...
Bir rüzgar esmeye başladı. Kuru değildi, ne soğuktu ne sıcak. Ilıktı ama hoş da değildi.
- Hoşnutsuzluk senin içinde.
- Şair der ki...
- Şairler buraya giremez.
- Onlar da esir pazarındaydı.
- Ama esir tüccarıydılar...
Bir ses duyuldu. Ardından bir karartı belirdi.
- Susalım!
Sustuk.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)