Dün, kapında koca bir mâzîdir; estirir kimi zaman zafer rüzgârlarını, işgallerini hatırladıkça sarılır hüzne bazan. Rûhânîlerin vecde salarken zerre zerre mekânı, günâhın zilleti karış karış gezse de sokaklarını; bu kokan amberdir sanki yine de, abîrdir, misktir mâzîden esen; bu derûnî hissiyât aşktır Şehr-i İstanbul, muhabbettir, ve bazan mâlihulyâdır....
Dün, kevkebân gibi kaç sene sonra bile nûr saçar gönüllere. Hangi birini ifşâ etsem yeridir, kınından çıkmış kılınçları mı, ulemânı mı, şuarânı mı, zariflerini mi... Fukarân bile bir başka değil miydi senin, gariplerinin dahî derdini soran nice sâhiplerin vardı...
Vakfiyelerini okusam Ey Şehir, İnsan Hakları Bildirisi diye neşredilir âlemde; sayayım mı tek tek hayrâtını, imaretlerini, vakıflarını, külliyâtını...
Ma’mûrsun, seni zemm edenler hala dünden kalanlarla geçinir.
Mağrursun, ki dimdik ayakta dünden kalanların bin bir yağmadan sonra.
Dünde kalanlarına âşık gönüller ise, hasret kalanlarındır dün’e, gönlünün bir köşesinden...
Gün, hayattır senle berâber; “vâh” da olur nefeslerde ân kadar uzatılan, dört elif miktârı “âh” da olur gariplerin dilinde. Siftâhını bekleyen esnâfın, yollarına umut serip dinler tik-taklarını gelip geçenin; hamalının derdi küfesinden ağırdır ve yine işsizi de itimât eder sendeki azâmete, dertlisi de dertsizi de. Arlısı-arsızı, hırlısı-hırsızı, zengini-fakiri, ne kadar kul varsa bağrında, senden ana şefkati bekler, medet umarlar da Şehr-i Güzînim, altın diye yontarlar da her köşeni, yenilince nefislerine, “koca şeher yuttu bizi, zalım oldu ezdi bizi” der, sende bulurlar yine kabahatleri....
Nebâhat sende oysa, güzellik, letâfet sende, fesâhat bile sende, ve müjdeler, müjdelenmişler de sendeyken, metihler sana lâyıkken ve methedilmişlere mihmân-hâne iken toprağın, vebâlini sana yıkar günâhkâr bedenler, hatâlarının zelîl çığlıkları sessizliğinde kaybolur ve sen sükûtunla tevâzuu bile kapında kul edersin...
Gün, nefes nefes ma’nâdır sana meftûn olanlara, adım adım tefekkürdür, rızka kanâattir alındaki terlerde; tevekküldür kazaya, kadere; hayra şükür, şerre sabır ekmektir onların harcı..
Gün o gündür ki Şehr-i Mütefekkir; ân’ı kâr bilmektir gâyelere yürürken ve ân-be-ân gayret etmektir son ân’a ilerlerken. Bu yüzdendir ki, senin gibidir sırra erenler, ki içleri Hâkk, dışları halk iledir her vakit:
İçerden âşinâ ol, dışdan yabancı,
Az bulunur cihânda bu yürüyüş
İstikbâli, ipekten bohçalarla taşırsın Şehr-i İstanbul, sarıp sarmalamışsın sanki ümitleri, niyazları, özlemleri... Sende; vuslatına ermeyi murâd ettikleri sevdâlarının, bilmedikleri o mes’ûd ânını istikbâle yüklemeye âşinâdır Mecnunlar...
Hâl tevekkül, kâl tevekkül, istikbâl dahî tevekküldür seninle. Sen ki, kaç asır beklemedin mi müjdelenmiş kumandânı kapında, sen ki beklemektesin hâlâ Muhtedî Mâbedinin aydınlık gününü; istikbâle sabır tohumları serpersin, sabrettin ve sabretmektesin yine şu bedbaht hâlimize...
İstikbâl, ümit yoludur gayretle seyredilen... Sana meyleden gönüllerin seyri hep senden geçer; ümitleri sende, gayretleri senledir, yolları dahî hep sana çıkar bu yüzden... Hani dardır ya sokak araların, karmaşıktır, karanlıktır bazan, yine de niyet ettiği yere ulaşır ya yolcu.... Niyetler istikbâlse, yollar gayret yüklüyse bazan dar, karanlık ve karmaşık, senle yolcular eriyorsa vuslata, ben, yine sende bulmak isterim ümitlerimi....
Dün, her geçen gün uzaklaşıyorsa günden; yarın, dünden yakınsa eğer güne ve bu son günümse belki de, bil ki öyleyse şehir; ben sende dün’e hasret, gün’e kanâat, yarınlara ümit ektim. Ve mâdem dün sende öldüm, hasretim hâlâ ölüme. Ölüyorsam bugün, kanâatim sende ölüyor olmamdandır. İstikbâl yine ölüm takdîm edecekse eğer, ben, sende tekrar tekrar ölmeyi ümit ediyorum öyleyse....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder