Bizim çocukluğumuzda bayramlar yaz tatiline denk gelirdi. Bu yüzden küçüklük bayramlarım ekseriyetle Samsum Çarşamba'daki bir çiftlikte geçmiştir.
Zamanında annemin babası birkaç akrabasıyla Rize'den buraya gelmiş, bir ağadan satın aldıkları büyük arazi üzerinde evlerini inşa etmişler. Zamanla Çarşamba halkı tarafından "Lazların Çiftliği" diye anılmaya başlamış burası.
Yaz tatili gelse de Yeşilırmağın çok yakınında bulunan bu şirin çiftliğe gidebilsek diye heyecanla beklerdik. İstanbul ve Ankara'dan gelenler ve çiftlikte yaşayan çocuklarla büyük bir kalabalık meydana getirdiğimizden, arkadaş ithaline gerek duymazdık. Zaten çiftlik, arazinin ortasında olduğundan, yabancı da pek girmezdi buraya.
Sabahtan akşama, akşamdan yatma saatine kadar envai çeşit oyun, binbir türlü koşuşturmacayla, iki ay su gibi gelip geçerdi.
Bayram günleri Çamlık adı verilen yerde kocaman salıncaklar kurulurdu. Bu salıncaklar büyükler içindi. Oturan kişi el yordamıyla değil, iki kişi tarafından tutulmuş kalın iplerle itilerek iyice havalandırılır, tam karşıdaki incir ağacının tepesine ayakları değene kadar sallanırdı.
Düştü düşecek korkusayla karışık bir heyecanla seyrederdik sallananları. Arada küçüklerden cesaretli olanları da sallarlardı ki, asla cesaret edemediğim birşey olarak içimde kalmıştır bu.
Çiftlik halkından birkaçı Çayeli'nin meşhur mesleği fırıncılıkla uğraşmaktaydı. Bu yüzden ekmek dağıtımında kullandıkları kırmızı bir doçları (dodge) vardı. Bu kamyon bayram sabahları ayrı bir önem arzetmekteydi bizim için.
Çünkü bayram demek, kırmızı doçla dondurma yemeye gitmek demekti aynı zamanda. Kocaman kasaya (tabi ki o zamanlar bize kocaman geliyordu) çiftliğin çocukları hep birlikte biner, 15 dklık mesafedeki ilçe merkezine giderdik. Kimse düşmesin diye kasanın tentesini örttükleri ve "sakın buraya yaklaşmayın" diye tembihlediklerinden, karanlıkta kalır, dışarıyı göremez, fakat bundan bir sürü eğlenceli oyunlar üreterek, çok zevkli olan bir yolculuk geçirirdik. E ne de olsa sonunda dondurma da var.
Tabi ki en büyük tezahüratımız "haydi yallah hop hop hop" diye diye bağırmaktı ki, eski Türk filmi seyredenler bu gibi kareleri de hatırlarlar.
Dondurmacıya ulaştığımızı, kamyon durduğunda anlardık. Sonra tente açılır ve teker teker külahlar dağıtılırdı. O an dondurmayı dağıtan kişi, dünyanın en iyi insanı oluverirdi.
Tabi ki haziran sıcağına, kapalı ortamın harareti de karışınca, dirseklerimize kadar akan dondurmayı, ağzımıza gözümüze bulaştırarak yemek, yine o an için dünyanın en büyük lezzetlerinden biri haline dönüşüverirdi.
Şimdi ne zaman kırmızı bir doç görsem, o güzel bayram günleri ve o harikulade dondurmalar gelir aklıma. Sanırım herkesin bu gibi hatıraları vardır. Birşeyleri görünce, duyunca veya kokusunu alınca aklına gelen, tebessüm ettiren. Özlenilen.
Son olarak şunu belirtmek istiyorum: Büyükler çocuklarını köylerine götürmeli, bazı şeyleri özlemelerini sağlamalı. Toz toprak, bitki, hayvan görmeli çocuklar. Ama hayvanat bahçelerinde veya korularda değil. Bizzat köylerde. Kendi köyünüz yoksa, bir tanıdığınızın köyünde iki üç gün kalıp, çocuğunuza o ortamı gösterin derim..
Hamiş: Bir de o kırmızı doçun fotoğrafını bulabilseydim. :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder