Perşembe, Haziran 29, 2006
Çarşamba, Haziran 28, 2006
Ah minel-internet..
Ya yaşatamadığımız, bastırılmış yönlerimizi keşfetmenin dayanılmaz hazzı. Sayende karakterden karaktere büründük ya, hayırlı olsun.
Üzgünüm, ya da hiç umrumda değilsin. Ama ben yine de şöyle yapıverince mütebessim olmuş oluyorum : [:)]
veya hoşuma gitmeyen bir esprine katıla katıla gülebiliyorum da: [:)))]
Hiç gereği yokken üzüyorsun beni: [:(]
Yok yok ağlarım bazı bazı deme öyle: [:'(]
Birbirini görmeden sanal aşk yaşayanların, birbirini görmeden aşık olup efsanelere karışan kahramanlardan farkı var elbet. Ama açıklanabilirliği var mı?
Hem derdim büyük: Sanal aşkımla reel aşkımın isimlerini karıştırıyorum!
Pekçok dostum var msn'den, ama açık hava konserine aldığım iki biletten biri, yalnız olduğum için yandı gitti. Hay aksi!
Geçenlerde de beni ignore etmiştin, artık seni sevmiyorum çık hayatımdan. Mesajlarıma da geç cevap veriyorsun, yoksa başka biriyle daha mı konuşuyorsun?
Ben adamı zaten avatarından tanırım. Bana kişisel iletini söyle sana ne olduğunu söyleyeyim mesela.
Cep telini değil msn'ni ver yeter. He bu arada blogum var commentlersen sevinirim canım.
Eee sonra?
Sosyologlar ve psikologlar; terminolojilerinizi geliştirme vakti geldi geçti. Kişisel gelişim kitapları yeniden yazılsın. Artık sanal gerçeklik var, kendi içinde anlam bozukluğu yaşayan.
Yeni hastalıklar türedi. Sosyal hayat kendine farklı bir ivme kazandı uğurlar olsun.
Daha neler neler.
Hasılı: Ah minel-internet vel-halatihi.
hamiş: Alınma hemen, seni seviyorum yine de [;)]
Salı, Haziran 27, 2006
Safa'dan..
(Yalnızız)
Hakikati seviniz, o da sizi sever; hakikati arayınız, o da sizi arar ve üstüne yalan Çin setleri gibi kalın duvarlar örsün, altında kalan hakikat bir ince iniltiyle, bir hafif rüzgar dalgasıyle herhangi bir küçük işaretle mevcudiyetini bildirir: "Buradayım!"
(9. Hariciye Koğuşu)
Hayatta aldığımız her zevki ona muadil bir ızdırapla ödediğimizi bildiğim için, hiçbir şeyden yüzde yüz saadet ümit etmiyor ve yüzde yüz felaketten korkmuyordum. Çünkü ruhi varlığımız hazla kederin muvazenesine istinat eder, işte en büyük adalet ve müsavat insan, çektiği ızdırap nisbetinde zevk duyar: Ne kadar acıkırsa yemekten, ne kadar yorulursa dinlenmekten, ne kadar arasa bulmaktan o derece zevk alır. İhtiyaç ve ızdırapla muvaffakıyet ve saadet arasındaki bu riyazi tenasüb, bütün insanlar arasında tam ve ezeli bir müsavat temin etmiştir.
(Bir Tereddütün Romanı)
.. insan zaafları, nefisten ürkerek, ruhun kuytu bir köşesine gizlenirler; arandığı vakit bulunamazlar, ortaya çıkamazlar; aczini kendine itiraf etmeyi kibrine yediremeyen insan, zaafını anlayamaz, en aciz anında bile kendini kuvvetli bulur; hatta bunun içindir ki bir insan, kendini kuvvetli bulduğu anda aciz ve aciz bulduğu anda kuvvetli olabilir.
(Şimşek)
Sevmek, belki de bir tek ihtirasın lehine bütün diğerlerini bastırmak değildi; bilakis aşk, sevilen şeyin içine bütün diğer ihtiraslarımızı doldurmaya benziyordu; bir insanın şahsında bütün ümitlerimizi, iştiyaklarımızı seviyoruz. Hayatımızın müsbet ve menfi hadiselerinden gelen hazlarımız ve kederlerimiz bu aşkın bahanesi içinde sıkışarak büyüyor; aşkta; birşey değil, herşey istiyoruz, bir şeye değil herşeye kin besliyoruz, ümitlerimiz ve korkularımız gibi bütün heyecanlarımız da bir tek mevzuun içine dolarak bizden karışıklığını gizliyor.
(Biz İnsanlar)
Belki de benim ihtiyacım bu güzel imajı ona giydiriyor. Olmayan bir Yahya Aziz yaratıyorum. Zararı yok. Onun çamurundan böyle bir şeyin mümkün olabilmesi, yine onun bu yaratılışa liyakatını gösterir.
(Matmazel Noralya'nın Koltuğu)
İtimat da şüphe kadar müstebittir; ruhla hüküm-ferma olduğu vakit rakibine nefes aldırmaz.
(Bir Akşamdı)
Ümitsizliğin bir derecesi vardır ki, o vakit irade sevki tabii kördür, nasılsız ve nicesizdir, gayesinde sarhoş gibi körkütük gider ve o vakit insiyakî bir iş gören zeka, ne yaptığını bilmez.
(Mahşer)
Ferdin seciyesi, diğer ferdlerle münasebetine göre değişen canlı ve mütehavvil bir şeydir ve bir çok hallerde karşısındaki seciyenin makusu olmaya mahkumdur.
(Fatih-Harbiye)
Cuma, Haziran 23, 2006
Dokundu mu söz kaleme..
Elveda merhabaına eremediğim vakitlerin taze kokusu.
Hoşçakal vefakar gece.
Gel yine gittiğin gibi, örtemediğin efkarımın asırlık korkusu.
Sözle gel, öl de gel, kendine gel..
Aslında sen, eksik kalan değilsin biliyor musun. Yarısı, diğer yarısına sağır, kör bırakılansın. Unutturulmamış olmasıysa, bulman gerektiğinin işaretinden başka birşey değildir.
Nefsinin katili olmayan, ruhunu bir cinayet senaryosuna baş kahraman seçer. Kendi cinayet provalarını yazmanın korkunç trajedisine karşı, silkinmiş kelimelerdir paragraflarında asılı kalan.
Yarım bırakma, iz bırakma, kendini bırakma..
Her devr-i daimin baş dönmesi, bu sanrıdan bihaber olanların çarpışmasıyla başka hayatlara sıçrar. Birbirimizin övünçlerine de işte böyle saldırırız.
Bazan elindeki revolverin tetiğine takılı parmağının üstüne bastırıp, beni sana kendi ellerimle vurdurturum. O zaman çelişkiler çelişkiler içine girer. Birbirine sıçrar asılı kalan kelimelerin mürekkebi. Vicdanını lekeleriz, ruhunu, hislerini. Birbirimizin güvenine de böyle taarruz ederiz.
Karşılıklı cinayetlerimizi de yaz asılı kalmış kelimelerine. Sözün araf'ı değil, ölümün bertaraf edilmiş cehennemini yaz. [Sahnelenmeden yırtıp attığımız cinayet provalarımızı da yaz birgün]
Çelişkindeki yalnızlığı farkettiğin anlar adına, çelişkindeki yalnızlığa sahip çık. Çelişkini lehine kullanırsan, cani değil, katil olursun..
Sabırlı ol, cesur ol, kendin ol..
Perşembe, Haziran 22, 2006
KUM ile SU
Ben, duvar diplerini giyineceğim
Kimseye kapısından yakın olmayacağım
Ağzımı kuyulara vereceğim
Beni kim beklemiyorsa ona gideceğim
Otların ıssız mevsimini seveceğim
Bir yağmur hükmü olacağım
Mutluluğu pişmanlığı bir bileceğim
Sitemlerinizden eksileceğim
Kum sahiplerine suları göstereceğim
Kimin uzağı varsa kalbi var diyeceğim
Kirpilerin sevgisini soracağım size
Kılavuzum yalnızlık olacak
Ömrümü hiçbir yakınlıkla örtmeyeceğim
Babamı bende yaşatmayacağım
Güven duygunuzdan tiksineceğim
Çocuklarımdan çekileceğim
Hayalden başka gerçeğim olmayacak
Sevginizle yatışmayacağım
Bir tek alın çizgisine eğileceğim
Zaman hep sizi çoğaltacak
Bir harf bile etmeyecek kalbimden geçenler
Beni sevmeyeceksiniz bileceğim
Işıkları tarif edeceksiniz durmadan
Düzgün cümlelerinize yenileceğim
Sevincin yoksulluğunu göstereceğim size
Ayrılığın özgürlüğünü öğreteceğim
Aralık kapılarda fotoğrafınızı alacağım...
Kirpiklerimden çırpıp kalabalığın zamanını
Ey buğusuz taşlar
Size geleceğim...
Şükrü Erbaş
Bişeyler bişeyler..
İlla çok sevme beni, samimi değilsen lakin, gelme, görme, konuşma.
Cuma, Haziran 16, 2006
Samim'den.../Yalnızız
Fatih-Harbiye'nin ardından ikinci olarak Yalnızız'ı alınca elimize çıtayı tamamen yükseltmişiz meğer. Sonra ver elini Safa hayranlığı. Peki tamam itiraf ediyorum Samim'e daha da bir hayran oldum. Ama, var işte bir aması:
Peyami Safa'nın her romanında belli karakterler vardır. Mesela doğuyu temsilen eden biri, batıcı diğeri. Doğu-batı sentezi yapmış, makul ve bilgeç bir karakter vardır ki genellikle yazar burda kendini konuşturmuştur. Yan karakterlerdendir. Olayların kıyısında köşesinde, öğüt veren, akl-ı selimini yitirmeyen zat-ı muhterem.
Sonra hastalıklı biri muhakkak bulunur. Özentileri ve hatalarıyla cebelleşen kadın karakteri de (ki genellikle felaketlerle sınanır).
Yalnızız'da ise ana karakter Samim, yazarın bizzat kendisidir. Ütopyası Simeranya ile birlikte muhtemelen bir sonraki kitaplarında önünü açacağı, işleyeceği konular vardı (mesela Matmazel Noralya da Yalnızız'dan önceki basamaktır. Her iki kitapd, daha sonra Bir Akşamdı'da mistisizm görülür).
Simeranya oldukça dikkate değer bir yerdir. Gidiş öyküsüyle hiç de sıradan bir mekana yol almadığınızı anlarsınız zaten. Bilhassa eğitim sistemi, tedavi yöntemleri..
Lafı uzattık.
Aslında benim niyetim Samim'in sözlerinden iktibaslar yapmaktı. E yapalım o zaman:
..Kalbini mi kırdılar? Bir kalp, dünyanın gelmiş ve gelecek bütün kalpleriyle beraber kırılır. Kendisini yalnız bulursa, benliğinin kökünden öteye gidecek bir kavrayış melekesinden mahrum olduğu içindir. Başkalarıyla beraber bulursa şairdir. Bazıları için, hatta kendisi için bile, Namık Kemal'in şu beytinde onu muayyen bir topluluğa bağlayan sosyal bir kederden fazla birşey yok gibi görünür. Fakat en basit kalbin keder anında, sen, geçmişlerin ve geleceklerin tarihini, var olmanın trajedisini ara ve beytin dibine in:
Baisi şekva bize hüzn-i umumidir Kemal
Kendi derdi gönlümün billah gelmez yanına
Gelse de, bir orta adamın "kendi sandığı şey" herkes ve herşeydir. Kalbini mi kırdılar? Kalbimizi kırdılar.
Sevgilinin hayaline onun realitesinden daha büyük bir düşman yoktur. Çünkü en büyük rakip odur. Bu hakikati kendine mesele yap ve deş. Sevgilinin hayali sandığımız şey, onun bütününden tecrit edilmiş bir realite parçasıdır. Sevgilinin birinci realitesini hayal gibi, ideal gibi görüp onu ikinci ve kaba realitesi içinde mahpus görüşümüz insan hakkındaki aldanışımıza bir gaflet galatı. Yani insanı hep yarım görüyoruz. Ya onu seviyoruz, birinci realitesi içinde; ya nefret ediyoruz ondan, ikinci realitesi realitesi içinde. Fakat nefretimiz esas. Çünkü, onun birinci realitesini kendi hayalimiz sanıyoruz ve aşkta hayal kırıklığına uğrayınca, bunun, hakikatte ikinci realiteye çarpan birincinin kırıklığı olduğunu anlamıyoruz. İkincilerimize hakim olduğumuz nisbette insanız.
hamiş:Faruk Bey'e Safa'nın ölüm yıldönümünü hatırlatmasından dolayı teşekkür ediyorum. *15 Haziran.
Perşembe, Haziran 15, 2006
Sabah sabah hayırdır be gözüm..
Mecazın belini kıramıyorsun işte: "batmaz güneş kardeşim, kandırıyorlar sizi" teranelerini oku a oku.
Seviyorsun hocam işte o manzarayı. Otur ve hatta ayakta, pürdikkat, hemhayret gör a gör.
Ne diyordum hocam ben?
Heh sabahtı erkeninden..
Günün bu saatlerindeki sükuneti, havadaki tatlı taraveti, şehrin sabaha has letafetini seviyorum.
"Ne yesem?" sorusuna zevkli bir şekilde cevap vereceğim tek öğün olan kahvaltı öncesi, işte tam da bu vakitleri.
Martıların o güzelim çirkin çığırtkanlığını. Hayvanatın çoktan azığını tamam ettiği, insanatın kıpırdana kıpırdana uyanmaya başladığı, işte tam da bu vakitleri.
Sahi ben çalışıyordum da ne aralık işi gücü bırakmışım, sonracııma açmışım bir divan'ı okumaktayım. Neymiş hem de:
Gün yüzün görmeyeliden ki günüm dün gibidir
Bana bin yılca gelir gerçi sana dün gibidir
Okumuşuz da çizik atmışız yanına Nizamî mahlasının. Yetmemiş bir de James Blunt'tan Goodbye My Lover'ı dinlemişiz de dinlemişiz. Yeter mi? Yetmez. Açmışız yazmaya başlamışız blogta. Sabah sabah hayırdır be gözüm.
Pazar, Haziran 11, 2006
Nedir Bu Âşıkın Çektiği..
Âşık u ma’şûka benzer âsmân ile zemîn
Kim biri ağlayınca birisi handân olur
Ahmed Paşa
Yani ki âşık gökyüzüne benzer, ma’şuka ise yeryüzüne. Biri ağlayınca diğeri güler.
Kim anlar peki dostlar bu derdi? Baki diyor ki:
Bîmâr hâlini yine bîmâr olan bilir
Gönlü yaralı olmayanlar ahkam kesmesinler yani.
Uslanmadı gitdi gör o dîvâne desinler
Şeyhülislam Yahyâ
Sâki sun yine o kadehten bana ki, sarhoş desinler. Beni işaret edip yine desinler ki: Uslanmadı gitti bu deli.
Ne tende cân ile sensiz ümîd-i sıhhât olur
Ne cân bedende gâm-ı firkatinle râhat olur
Nef’î
Ne öldürür ne güldürür dedikleri bu olsa gerek.
Gâmın da gelse dile bâis-i meserret olur
Sevgili! Belâ denilen şey, öyle çokça geldi ki senden. Belâya da alıştım. Yani ki senin derdin de gelse şu gönlüme, ancak sevinme vesilesi olur bana. (Yeter ki senden gelmiş olsun)
Beni cevr odına yeter yak a yak yak yak a yak
Ferruh
Bir kerecik ey sevgili bak a bak, sonra cefâ ateşinde dilediğince yak a yak…
Câna minnet ne çekersem çekeyim ey Nef’î
Lezzet-i vuslat için firkat-i yâri çekemem
Ey Nef’î! Cânıma minnet, sevgilinin her türlü derdini çekerim. Lâkin ona kavuşmanın lezzetine varacağım diye, ondan ayrılığı çekemem.
Aşk deyince şairin terennümü bitmez elbette.
Lakin zaman değişti. O aşklar birer şiir. Zaten olanı biteni yine çok önceden bildirmişlerdi şiirle:
Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin
Bülbül hamûş havz tehî gülistan harâb
İzzet Molla
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana
Bu şehr içinde, veya başka bir yerde. Kendimizce vasıflarını sayıp döktüğümüz sevgiliden eser yok. Bu olsa olsa, şairin dediği gibi hayalimizde görünen bir peri sûretidir.
Bulanlar varsa da ne mutlu onlara..
Zamane oldur ki
Hüsn-ü zan ağır bir ithamdır.
Cumartesi, Haziran 10, 2006
Eğer ki..
- Onların avuçlarından kepek yer mi idi? Onların yüze gülmelerine aldanırda onlara hiç sütünü verir mi idi?
- İnek kendisine ot verilmekten maksadın, kendisini semirmek olduğunu bilseydi, verilen otu yer mi idi?
(Mesnevi - 1325. beyt)
Salı, Haziran 06, 2006
666
Satanistler için kutlanılası ve uğurlu günken, Hristiyanların korkulu günü.
Rivayete göre şeytanın oğlu bugün dünyaya gelecekmiş.
İnşallah satanistler özel bir kutlamayla yine insan kıymaya kalkmazlar.
hamiş: İnsanlar şeytan olmuş ahali, gerek var mı gün saymaya.
Bu Lisan-ı Osmanî kelamı, Mihmanenin naçiz meramıdır..
Diğer taraftan Süleymaniye, Bayezid Devlet veya BOA'da yabancı araştırmacıların nasıl da Osmanlıca okuduklarını hayretle görmekteyiz.
Osmanlıca başka bir dil değil. Arap harflerini ve Türkçeyi bilen herkesin bir iki saat içinde yavaş yavaş dahi olsun okuyacabileceği bir yazı.
Bundan elli-yüz sene öncesiyle aramızda uçurum var. Öyle ki Peyami Safa veya Tanpınar kitapları tavsiye ettiğim kişiler "iyi de onların dili ağır" deyiveriyorlar. Eğer eski eserler okunmuş olsa bu uçurumun üstüne güzel bir köprü kurulacak.
Bugün Osmanlıca rejim için tehdit değil. Liselerde seçmeli ders olarak okutulmalı (gerçi mecburi de olabilir ama :). İnsanlar 100 yıl önce dedelerinin yazdıklarını orjinal haliyle okuyup anlayabilmeli.
Bu blogu okuyanlara tavsiyem, Osmanlıcayı öğrenin. İlla sular seller gibi olması şart değil veya tutup el yazması, eski asırlara ait belgeleri, kitapları okuyacak kadar olması şart değil.
En azından 19., 20. yy.a ait eserleri, matbu kitapları okuyabilmeliyiz diye düşünüyorum. Naçizane..
hamiş: okumak da okumak. amma okumak demişim :)