Bazan düşünüyorum da olaylar veya meseleler karşısında, ilmimiz ve ferasetimiz dar olduğu için mi bizi temsil edenlerin basit insanlar olmasını tercih ediyoruz?
Öyle olduğumuzdan mı niteliksiz ve sathî değerlendirmeleri alkışlayıp taltif ediyoruz? Yok eğer öyle değilsek şu görünen köy için de mi bir kılavuza maaş bağlayacağız?
Her rüzgarla oraya buraya savrulan kuru yapraklar misali, kimin rüzgarı daha güçlüyse yönümüzü o belirliyor. Birileri sahneye bir oyuncu çıkarıyor, hep birlikte tezahüratla alkışlıyoruz.
Dün sokaklardan toplatılan sakallı cüppeli insanlara "mürteci" diyenler, bugün içlerinden birinin "medyatik" konuşmalarıyla sermest ettiler hepinizi (!)
Söz, meramımızı ifade etme aracımızdır. Onun üstünde kelam vardır Büyüklerin vecizelerine "kelam-ı kibar" denilir bu yüzden. Kelamın en büyüğü Mevla'ın kelamı Kur'an-ı Kerimdir.
Buradan hareketle ve Peygamber Efendimizin mübarek sözlerine nazaran diyebiliriz ki hitabette belagat ve fasahat mühimdir. Yani önüne her geleni kürsüye çıkarmak, belki son devrin icatlarındandır. Eğer kabul görüyorsa, "arz" kadar "talep"te de büyük bir arıza olduğu aşikardır.
Sözün altında ise "laf" vardır. Hatta eskiler bunu "laf-ı güzaf" şeklinde terkip etmişlerdir ki "boş laf" demektir. Laf, değersizdir. Çok laf, sarfedeni de değersizleştirir. Hele ki kürsüde o hataya düşmek akıl sahiplerinin yapacağı bir şey değildir.
Şimdi "kralın soytarısı" misali bir cübbeli çıkmış. Ne edep var, ne hitabet. O kral kimdir necidir bilmem ama, muhtemelen "çıplak".
Her laf edenin peşinden gidenleriyse kurt kapar. Belki de o lafbazın kendisi kurttur.
Gayet argo ve üsulden uzak sözleri ağzından dökülürken, "adam da ne güzel söylemiş" demek yerine, şöyle bir düşünmemiz gerekmiyor mu: Bu mesele karşısında efkar-ı umumiyeyi temsil edecek olan sözler bunlar mı? Biz Türk halkı bu kadar kalitesiz mi ifade ediyoruz meramımızı?
Herkesi silkinip kendisine gelmeye davet ediyorum. "Biz böyle iyiyiz" deyip gelmeyenlerin de yarın o cübbeliye kimbilir hangi vesileyle küfür edeceklerinden adım kadar eminim. Lakin biz o esnada daha seçkin ve mühim şeylerle meşgul olacağız. Bizden söylemesi...
Vesileyle Yunus Emre'nin ruhuna da rahmet okumak istiyorum. Bir şiirinde der ki:
Yunus bu sözleri çatar, sanki balı yaga katar
Halka mata’larun satar, yüki gevherdür, tuz degül
Yani ki, söz bir cevherdir. Onu tuz satıcısına emanet edersen, kıymetini tuz pahasına çevirerek satar. Siz siz olun, sözü sahibinden dinleyin.
Cumartesi, Aralık 26, 2009
Çarşamba, Aralık 16, 2009
Aralıkta İstanbul'da Neler Olacak?
Bazı bir takım toplantıları haber verelim:
17 Aralık Perşembe
Sınavlara Hazırlık Aşamasında ve Kişisel Başarıda Motivasyonun Önemi
Neslihan Erözbek
Düzenleyen: Aziz Berker İlçe Halk Kütüphanesi Müdürlüğü
Saat: 14:00
Yer: Aziz Berker İlçe Halk Kütüphanesi Konferans Salonu
Adres: Rıhtım c. Rasimpaşa m. Nüzhet Efendi sk. no: 53 Kadıköy
18 Aralık Cuma
Beyazıt Hamamı Onarımı
Veysel Hazar
Düzenleyen: Röleve ve Anıtlar Müdürlüğü
Saat: 14:00
Yer: Röleve ve Anıtlar Müdürlüğü Salonu
Adres: Matbaa-i Amire Binaları Topkapı Sarayı 1. Avlu içi Sultanahmet
21 Aralık Pazartesi
Yusuf Has Hacib ve Eseri Kutadgu Bilig
Prof. Dr. Zülal Ölmez
Düzenleyen: Milli Yazma Eser Kütüphanesi Müdürlüğü
Saat: 14:30
Yer: Milli Yazma Eser Kütüphanesi Müdürlüğü Konferans Salonu
Adres: Macar Kardeşler c. Feyzullah Efendi sk. no: 1 Fatih
Osmanlı'da Mali ve İktisadi Yapı
Prof. Dr. Mehmet Genç
Düzenleyen: Birlik Vakfı
Saat: 19:00
Yer: Birlik Vakfı
Adres: Yeniçeriler c. no: 13 Çemberlitaş
23 Aralık Çarşamba
Marmaray Sirkeci Kazısı Cam Buluntuları
Doç. Dr. Uzlifat Özgümüş
Düzenleyen: İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü
Saat: 16:00.
Yer: Arkeoloji Müzesi Yıldız Salonu
Adres: Osman Hamdi Bey Yokuşu Sultanahmet
2009 Katip Çelebi Yılı Nedeniyle Katip Çelebiyi Anıyoruz
Prof. Dr. Mustafa Kaçar
Düzenleyen: Şemsipaşa İlçe Halk Kütüphanesi Müdürlüğü
Saat: 14:00
Yer: Şemsipaşa Kütüphanesi Toplantı Salonu
Adres: Şemsipaşa c. no: 43 Üsküdar
25 Aralık
Tarih ve Kültürümüzde Kırım
Dr. Aras Neftçi
Düzenleyen: Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Müdürlüğü
Saat: 14:00
Yer: Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Konferans Salonu
Adres: Ayşekadın Hamamı sk. no: 35 Süleymaniye
28 Aralık Pazartesi
Mesnevilerimizin İlki Kutadgu Bilig
Prof. Dr. Mustafa Kaçalin
Düzenleyen: Milli Yazma Eser Kütüphanesi Müdürlüğü
Saat: 14:30
Yer: Milli Yazma Eser Kütüphanesi Müdürlüğü Konferans Salonu
Adres: Macar Kardeşler c. Feyzullah Efendi sk. no: 1 Fatih
29 Aralık Salı
Şehzade Sancakları ve Şehzadeler
Prof. Dr. Feridun Emecan
Düzenleyen: Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü
Saat: 15:00
Yer: Topkapı Sarayı Konferans Salonu
Adres: Topkapı Sarayı Müzesi Sultanahmet
17 Aralık Perşembe
Sınavlara Hazırlık Aşamasında ve Kişisel Başarıda Motivasyonun Önemi
Neslihan Erözbek
Düzenleyen: Aziz Berker İlçe Halk Kütüphanesi Müdürlüğü
Saat: 14:00
Yer: Aziz Berker İlçe Halk Kütüphanesi Konferans Salonu
Adres: Rıhtım c. Rasimpaşa m. Nüzhet Efendi sk. no: 53 Kadıköy
18 Aralık Cuma
Beyazıt Hamamı Onarımı
Veysel Hazar
Düzenleyen: Röleve ve Anıtlar Müdürlüğü
Saat: 14:00
Yer: Röleve ve Anıtlar Müdürlüğü Salonu
Adres: Matbaa-i Amire Binaları Topkapı Sarayı 1. Avlu içi Sultanahmet
21 Aralık Pazartesi
Yusuf Has Hacib ve Eseri Kutadgu Bilig
Prof. Dr. Zülal Ölmez
Düzenleyen: Milli Yazma Eser Kütüphanesi Müdürlüğü
Saat: 14:30
Yer: Milli Yazma Eser Kütüphanesi Müdürlüğü Konferans Salonu
Adres: Macar Kardeşler c. Feyzullah Efendi sk. no: 1 Fatih
Osmanlı'da Mali ve İktisadi Yapı
Prof. Dr. Mehmet Genç
Düzenleyen: Birlik Vakfı
Saat: 19:00
Yer: Birlik Vakfı
Adres: Yeniçeriler c. no: 13 Çemberlitaş
23 Aralık Çarşamba
Marmaray Sirkeci Kazısı Cam Buluntuları
Doç. Dr. Uzlifat Özgümüş
Düzenleyen: İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü
Saat: 16:00.
Yer: Arkeoloji Müzesi Yıldız Salonu
Adres: Osman Hamdi Bey Yokuşu Sultanahmet
2009 Katip Çelebi Yılı Nedeniyle Katip Çelebiyi Anıyoruz
Prof. Dr. Mustafa Kaçar
Düzenleyen: Şemsipaşa İlçe Halk Kütüphanesi Müdürlüğü
Saat: 14:00
Yer: Şemsipaşa Kütüphanesi Toplantı Salonu
Adres: Şemsipaşa c. no: 43 Üsküdar
25 Aralık
Tarih ve Kültürümüzde Kırım
Dr. Aras Neftçi
Düzenleyen: Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Müdürlüğü
Saat: 14:00
Yer: Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Konferans Salonu
Adres: Ayşekadın Hamamı sk. no: 35 Süleymaniye
28 Aralık Pazartesi
Mesnevilerimizin İlki Kutadgu Bilig
Prof. Dr. Mustafa Kaçalin
Düzenleyen: Milli Yazma Eser Kütüphanesi Müdürlüğü
Saat: 14:30
Yer: Milli Yazma Eser Kütüphanesi Müdürlüğü Konferans Salonu
Adres: Macar Kardeşler c. Feyzullah Efendi sk. no: 1 Fatih
29 Aralık Salı
Şehzade Sancakları ve Şehzadeler
Prof. Dr. Feridun Emecan
Düzenleyen: Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü
Saat: 15:00
Yer: Topkapı Sarayı Konferans Salonu
Adres: Topkapı Sarayı Müzesi Sultanahmet
Salı, Aralık 15, 2009
bu insanlar kime bakıyor?
Bir anda hepsi sizi seyrediyormuş gibi değil mi?
Aslında bizimle ilgilenmiyorlar. Solda Theodosius ve eşi, sağda çoluk çocuğu, mağlup ve esir düşmüş düşmanlarının teslimiyetini izlemekteler.
Zaten bakışlarında bir düşmanlık hissetmemek mümkün değil. "ne var kardeşim, bir şey mi yaptım, ne öyle dik dik bakıyorsunuz?!" diyesi geliyor insanın...
bir de mesaj vermek istiyorum haşmetmeapa:
Efendi, imparator da olsan, koskoca taşı Mısır'dan getirip, İstanbul'un ortasına da diksen, "ölümsüz bir abidem olsun" diye, kafan böyle kopar, yüzün görünmez işte.
Ne demişler: "Padişah da olsan er kişi niyetine"
hamiş 1:
Yukarıdaki sözlerime yapılan bir itirazdan dolayı şunu eklemeyi uygun görüyorum:
Bu taşı İstanbul'a getirtmek isteyen Constantinus idi. Lakin ancak İskenderiye'ye kadar getirtilebildi. Bunu daha sonra Julianus başarmış olsa da, meydana diktirmeye ömrü vefa etmedi. Sonunda Theodosius bu işin üstesinden geldi ve taşı meydana diktirdi. Altındaki mermer kaidenin dört tarafına da çeşitli olayları konu eden sahneler oyuldu.
Taşın adı Theodosius sütunu oldu.
Evliya Çelebi'ye göre, İstanbul'u afetlerden koruyan tılsımlardan biridir.
hamiş 2:
Eskiden bu taşlar öyle derinde değildi. Yani toprağı kazıp kazıp sütun dikmediler.
Bir rivayete göre, Sultanahmet Camiinin temelinden çıkan toprak meydana yığılmış ve oradaki abidelerin kaideleri toprak altında kalmıştı.
1857'de İngiliz bir araştırmacı kazı yaparak, kaidelerin en alt seviyesine kadar ulaşmıştır. Daha sonra etrafı korkulukla çevrilmiş ve bugünki halini almış.
Aslında bizimle ilgilenmiyorlar. Solda Theodosius ve eşi, sağda çoluk çocuğu, mağlup ve esir düşmüş düşmanlarının teslimiyetini izlemekteler.
Zaten bakışlarında bir düşmanlık hissetmemek mümkün değil. "ne var kardeşim, bir şey mi yaptım, ne öyle dik dik bakıyorsunuz?!" diyesi geliyor insanın...
bir de mesaj vermek istiyorum haşmetmeapa:
Efendi, imparator da olsan, koskoca taşı Mısır'dan getirip, İstanbul'un ortasına da diksen, "ölümsüz bir abidem olsun" diye, kafan böyle kopar, yüzün görünmez işte.
Ne demişler: "Padişah da olsan er kişi niyetine"
hamiş 1:
Yukarıdaki sözlerime yapılan bir itirazdan dolayı şunu eklemeyi uygun görüyorum:
Bu taşı İstanbul'a getirtmek isteyen Constantinus idi. Lakin ancak İskenderiye'ye kadar getirtilebildi. Bunu daha sonra Julianus başarmış olsa da, meydana diktirmeye ömrü vefa etmedi. Sonunda Theodosius bu işin üstesinden geldi ve taşı meydana diktirdi. Altındaki mermer kaidenin dört tarafına da çeşitli olayları konu eden sahneler oyuldu.
Taşın adı Theodosius sütunu oldu.
Evliya Çelebi'ye göre, İstanbul'u afetlerden koruyan tılsımlardan biridir.
hamiş 2:
Eskiden bu taşlar öyle derinde değildi. Yani toprağı kazıp kazıp sütun dikmediler.
Bir rivayete göre, Sultanahmet Camiinin temelinden çıkan toprak meydana yığılmış ve oradaki abidelerin kaideleri toprak altında kalmıştı.
1857'de İngiliz bir araştırmacı kazı yaparak, kaidelerin en alt seviyesine kadar ulaşmıştır. Daha sonra etrafı korkulukla çevrilmiş ve bugünki halini almış.
Perşembe, Aralık 03, 2009
Edebiyat Mevsimi
7-12 Aralık tarihleri arasında Sultanahmet Kızlarağası'nda Edebiyatın Mevsimi yaşanacakmış. Festival, çeşitli etkinlikler, söyleşiler ve ödüllerle edebiyatseverlere mevsim meyveleri sunmakta.
İlgisini çekenler, programları merak edenler şuradan buyursunlar:
İlgisini çekenler, programları merak edenler şuradan buyursunlar:
Salı, Kasım 24, 2009
ism-i oğuz: Oğuz Kimdir, Ne Değildir...
-Oğluma Oğuz ismini vermek istiyorum. ne dersin?
-hmm. bir bakalım Oğuz ne demekmiş.
İşte herşey böyle başladı. Ben ne bilirdim meselenin bu kadar karmaşık olduğunu...
-hmm. bir bakalım Oğuz ne demekmiş.
İşte herşey böyle başladı. Ben ne bilirdim meselenin bu kadar karmaşık olduğunu...
serzenişinden sonra....
Bir çok manalar atfedilen, anlam birliğine varılamayan bazı isimler vardır. Çelişkiler ve farklı iddialarla gelişip zenginleşir. Öyle ki belki ilk kullanıldığı halden bambaşka hallere bürünürler.
"Oğuz" kelimesi de bunlardan biri.
Çok şey söylenmiş Oğuz için.
Bunları toparlamak zor. Ciddi bir çalışma yapmak gerekir. Ama ben işin kolayına kaçmayı düşünüyorum. İşin kolayı bildiğim ve bulduğum kadarıyla Oğuz'la alakalı söylenenleri alt alta yazmak.
Czegledy, Oğuz'un Uygurların yönettiği birliğin kurucu unsurlarından biri olan Dokuz Oğuz olarak bilinen topluluğun ortak adı olduğunu söyler.
(Karoly Czegledy, "From East to West: The Age of Nomadic Migrations in Eurasia", c.ILI, AEMA, 1983)
Golden'a göre Oğur/oğuz (Çuvaşça r=z), oğul, oğlan, oğlak, oğuş/uğuş vb. gibi akrabalık, akraba olma kavramlarına işaret eden Türkçe oğluq'tan türemiştir. (Bu biçimler, Clauson, Sevortjan, Lessing, Kononoff, Rodoslounaja, Golden tarafından kabul görmüştür.)
(Peter B. Golden, An Introduction to the History of the Turkic Peoples, Wiesbaden 1992)
Bunu, boy birliğini ifade eden bir terim olarak düşünmüş olabilirler. Aynı iddiayla alakalı bir başka örnek Kononoff'un yaptığı çalışma:
Kononoff, Oğuz kelimesinin anlamı konusunda analojik bir sonuca ulaşmış:
Oğuz etnik isimlendirmesinin asıl çekirdiği og-"boy, kabile" kelimesi teşkil eder ki bu aynı zamanda kadim Türklerdeki "o"-"ana" kelimesiyle ve keza "o uk"-"torun-oğul" ve "o uş"-"akraba" ile doğrudan bağlantılıdır.
Böylece başlangıçta sadece kabileler ve kabileler birliği anlamını ifade eden "oğuz" kelimesi, zaman içinde olayların gelişmesiyle birlikte determinatif bir mana kazanarak etnik topluluk ismi haline gelmiştir.
(Gumilev, Eski Türkler, İstanbul 2002)
Faruk Sümer, Oğuzlar isimli eserinde Oğuz kelimesiyle ilgili bazı iddiaları sıralamış. Bunların içinden, hem Sümer, hem de bir çok Türk tarihçi tarafından en çok kabul gören iddia Nemeth'e ait.
Nemeth, Oğuz sözünü ok+uz şeklinde tahlil etmiştir. Ona göre ok, boy; "z" de çoğul edatıdır. Böylece Oğuz=Boylar demek oluyor.
W. Bang başta olmak üzere, bazı bilim adamları Oğuz'daki "ğ" sesininden dolayı, Nemeth'e itiraz etmişler.
Sümer, çürütülen veya kabul görmeyen diğer iddiaları da şöyle sıralar:
- Oğuz Kaan Destanında "ilk süt" anlamına gelen "ağız"ın Oğuz anlamına geldiği iddiası. Fakat destanda, Oğuz Han dünyaya geldikten bir yıl sonra konuşmaya başlayarak: "Sarayda doğduğum için adım Oğuz konulsun" demiştir. Buna göre iki kelime ayrı şekillerde geçmektedir.
-J. Marquart'a göre Oğuz, ok+uz kelimelerinden gelmiştir. Ok=ok, uz=adam demek olup, oklu adamlar manasına gelmektedir. Fakat bu görüş de kabul görmemiştir.
- D. Sinor, öküz; L. Bazin ise tosun kelimesinden geldiğini ileri sürmüşlerdir.
-J. Hamilton, Oğuz'un oğuş'tan geldiğini iddia eder. Fakat oğuş kelimesi de oğuz kelimesiyle birlikte Göktürk Kitabelerinde geçmekte olup, akraba-aile manasına gelmektedir.
Bütün bu iddialardan en tutarlı olanı, yukarıda belirttiğim gibi Nemeth'e ait.
Aydil Erol adındaki bir araştırmacı Adlarımız ismiyle yayımladığı kitabında, tabiri caizse Allah ne verdiyse tarzında bir çalışma yaparak, kaynak belirtme gereği de duymaksızın, her ismin çeşitli manalarını yazmış. Buna göre Oğuz şu anlamlara geliyor:
-Türkiye'nin bir çok yerinde "Hile bilmez, kötülük yapmaz" anlamında kullanılır.
-Sağlam, gürbüz, güçlü.
-Temiz kalpli, dost, iyi arkadaş.
-Köylü, basit, saf, tücrübesiz kimse.
-Mübarek, pak yaradılışlı.
Oğuz Han'ın Kuran-ı Kerim'de geçen Zülkarneyn olduğuna dair iddialar da vardır.
Mesela Neşrî Cihannüma adlı eserinde buna işaret eder:
"Etrak şöyle zu'm ederler ki Hak sübhanehu ve teala Kelam-ı Kadiminde zikr ettüğü İskender-i Zülkarneyn meğer bu ola derlerdi"
Bunun dışında bazı Tevarih-i Al-i Osmanlarda da Oğuz Han'ın Zülkarneyn olduğu zikredilir.
Oğuz Han, yine Neşrî'nin ifadesiyle, "bilad-ı arzı şarkan ve garben ve Çin ve Hatay ve Gor ve Gazne ve Hid ve Sind ve Türkistan ve Deylem ve Babil ve Rum ve Efrenc ve Rus ve Şam ve Hicaz ve Habeş ve Yemen ve Berber..." illerini almış, Şark ve Garp fatihi olmuştur.
Marcel Brion, Asya ve Avrupa'da Hunlar isimli eserinde bu fetihlerin sınırlarını şöyle çizer: Şarktan Garba uzanan Oğuz Han fütuhatı, Kore ve Japon denizinden başlayıp Rusya'nın Volga nehrine kadar ulaşmış ve yirmi altıdan fazla krallık arazisini kaplamıştır.
Leon Cahun, Asya Tarihine Giriş'inde bu noktayı izah eder: "O, bütün dünyayı fethetmiş, yüz on altı sene yaşamış ve hakimiyet timsali olan altın yayla üç oku ölümünden evvel oğulları arasında paylaştırmıştır."
Ek olarak, Fatih Sultan Mehmet'in torunlarından birinin adı da Oğuz Han'dır. Yani Osmanlı hanedanında da kullanılmış bir isimdir Oğuz.
Oğuz kelimesinin anlamını daha iyi anlayabilmek için eski Türk tarihini biraz okumak gerekiyor.
Diğer taraftan Oğuz Han bir peygamber miydi?
Hadis-i Şerif rivayetlerine göre, ins ü cine 124 bin veya 224 bin peygamber gönderilmiş . Bütün kavimlere bir veya birden fazla peygamber gelmiş olmalı. Oğuz Han'ın ise Kuran'da geçen 28 peygamberden biri olduğu iddia ediliyor.
Bu konuyla ilgili de farklı çalışmalar var ve mesele kesinlik arzetmemekte.
İslamî açıdan, peygamber olmayan birine "peygamberdir" demek veya bir peygambere "peygamber değildir" itirazında bulunmak imanî olarak sakıncalı.
Yani bu yönden kesin bir şey söylemek de yanlış (eh fetvayı da verdik hayırlı olsun).
Mihmanhaneden şimdilik bu kadar...
Pazar, Kasım 15, 2009
Mantar Severler'e. Sevmeyenler de Bakabilir
Cumartesi günü ülkemizin tek mikoloji uzmanı Jilber Barutçiyan bir toplantı düzenledi. Bu toplantı, iki aşamadan oluşan mantar toplama seminerinin ilkiydi. Teorik bilgiler öğrendik. Kah neşeli, eğlenceli; kah düşündürücüydü.
Toplantıdan birkaç bilgi vermek istiyorum:
Mantarlar ne hayvan ne de bitki grubu arasında yer almakta. Onlar bu canlılar aleminin araf'ındaki sporlar. Dünyada adları sanları bilinen 800 bin mantar bulunmakta ve bu mantarların %80'i 2mm'den küçük ve tek hücreli. 2 mm'in üzerinde olanlardan Türkiye'de yaşayanlar 10-12 bin kadar ve biz bunlardan sadece 200 çeşidini yiyebiliyoruz. 30 tanesinin ise kültürünü yapabiliyoruz.
Türkiye her mevsim mantarın yetiştiği bir ülke.
Bu araf mahluklarının en takdire şayan özellikleri, tabiatı temizleyip yenilemeleri. Üç çeşit mantar var:
1. Parazitler: Tabiattaki çürümeye ve yok olmaya yüz tutmuş bitki ve hayvanlardan beslenerek ürerler.
Bunlardan bir tür var ki ölü böcekler üzerinde büyüyor.
2- Saprofitler: Ölü organizmaları toprağa çeviriyorlar. Bir nevi toprak üreticileri. Yani bunlar olmasa, ormanlar da yok olur.
3- Mikorizler: Ağaçlar ve bitkilelerle alışveriş yaparak yaşıyorlar. Yani bitki ve ağaç olmazsa bunlar, bunlar olmazsa bitki ve ağaçlar olmaz.
Mantar ne kadar besleyicidir?
Sandığımızın aksine mantarlar protein deposu değildirler. %2 oranında protein ihtiva ederler. %90 sudan oluşurlar. Minarel bakımından zengindirler. Fakat et yemeyenler mantar yesin inancı yanlıştır.
Çocukların yemesi tavsiye edilmez. Hele 3 yaş altına asla tavsiye etmedi Jilber Bey. Haftada 1 kg dan fazla da yemeyin diye ekledi.
Aslına bakarsanız, anlattıklarından, mantarı evimize sokmamamız gerektiğini düşündüm. Tabi ki bu mantarın kötü birşey olmasından değil, kötü şartlarda elimize ulaşmasından kaynaklanıyor.
Mesela poşette saklanması kesinlikle yanlış. 48 saat içinde tüketilmeli. Kararmış olanları yenmemeli.
Bir de köy pazarlarında satılanlar var tabi. Bunlardan mesela Fethiye'de çam göbeği, ekşi mehmet, kızıl bebek gibi isimleri olan bir mantar türü var ki içinde füzelerde kullanılan bir kimyasal yer almakta. Birden öldürmüyor. Zaten asıl öldürücü mantarlar hemen öldürmüyor. Önce organlarınızı tahrip ediyor ki mezkur mantar böbrekleri kullanılmaz hale getirmekte. Uzak durun derim.
Daha bir çok şey var. Şimdilik buraya bu kadarını yazıyorum. Cumartesi günü mantar toplamaya gideceğiz. Elimizde sepetler, çakılar.
Bakalım neler olacak.
İlgisini çekenler şuraya bakabilirler:
http://www.agaclar.net/forum/showthread.php?t=18018
Toplantıdan birkaç bilgi vermek istiyorum:
Mantarlar ne hayvan ne de bitki grubu arasında yer almakta. Onlar bu canlılar aleminin araf'ındaki sporlar. Dünyada adları sanları bilinen 800 bin mantar bulunmakta ve bu mantarların %80'i 2mm'den küçük ve tek hücreli. 2 mm'in üzerinde olanlardan Türkiye'de yaşayanlar 10-12 bin kadar ve biz bunlardan sadece 200 çeşidini yiyebiliyoruz. 30 tanesinin ise kültürünü yapabiliyoruz.
Türkiye her mevsim mantarın yetiştiği bir ülke.
Bu araf mahluklarının en takdire şayan özellikleri, tabiatı temizleyip yenilemeleri. Üç çeşit mantar var:
1. Parazitler: Tabiattaki çürümeye ve yok olmaya yüz tutmuş bitki ve hayvanlardan beslenerek ürerler.
Bunlardan bir tür var ki ölü böcekler üzerinde büyüyor.
2- Saprofitler: Ölü organizmaları toprağa çeviriyorlar. Bir nevi toprak üreticileri. Yani bunlar olmasa, ormanlar da yok olur.
3- Mikorizler: Ağaçlar ve bitkilelerle alışveriş yaparak yaşıyorlar. Yani bitki ve ağaç olmazsa bunlar, bunlar olmazsa bitki ve ağaçlar olmaz.
Mantar ne kadar besleyicidir?
Sandığımızın aksine mantarlar protein deposu değildirler. %2 oranında protein ihtiva ederler. %90 sudan oluşurlar. Minarel bakımından zengindirler. Fakat et yemeyenler mantar yesin inancı yanlıştır.
Çocukların yemesi tavsiye edilmez. Hele 3 yaş altına asla tavsiye etmedi Jilber Bey. Haftada 1 kg dan fazla da yemeyin diye ekledi.
Aslına bakarsanız, anlattıklarından, mantarı evimize sokmamamız gerektiğini düşündüm. Tabi ki bu mantarın kötü birşey olmasından değil, kötü şartlarda elimize ulaşmasından kaynaklanıyor.
Mesela poşette saklanması kesinlikle yanlış. 48 saat içinde tüketilmeli. Kararmış olanları yenmemeli.
Bir de köy pazarlarında satılanlar var tabi. Bunlardan mesela Fethiye'de çam göbeği, ekşi mehmet, kızıl bebek gibi isimleri olan bir mantar türü var ki içinde füzelerde kullanılan bir kimyasal yer almakta. Birden öldürmüyor. Zaten asıl öldürücü mantarlar hemen öldürmüyor. Önce organlarınızı tahrip ediyor ki mezkur mantar böbrekleri kullanılmaz hale getirmekte. Uzak durun derim.
Daha bir çok şey var. Şimdilik buraya bu kadarını yazıyorum. Cumartesi günü mantar toplamaya gideceğiz. Elimizde sepetler, çakılar.
Bakalım neler olacak.
İlgisini çekenler şuraya bakabilirler:
http://www.agaclar.net/forum/showthread.php?t=18018
Perşembe, Ekim 22, 2009
Mecazi Aşktan Milenyum Aşklarına
Her tanım bir sınır çizmektir ve bazı şeyler sınır tanımaz. Aşk gibi...
Daha ilk satırda büyük sözler söyletiverir işte böyle.
Eli kalem, dili kelam tutan herkes asırlardır ne çok şey söylemiş ve her söylenen ne kadar eksik kalmış. Söylenenlerin hepsi ondan bir parçayken, o hiç bir tanımın parçası olmamış.
Buraya kadar herşey güzel. Bir solukta yazıldı. Parmaklarım tuşlara dokundukça satırlar artacak ve yine söylenmişlere benzer sözler dizilecek sıraya. Bu yüzden aşkı metheden bu serenatı başladığı yerde bırakıyorum.
Peki maksat hasıl olacak mı?
"Arif olan anlar" hükmünce söylenen söylendiğiyle, anlanansa anlaşıldığı kadarıyla kalacak.
Bundan hasıl olanlar da ya ezber bozacak, ya ezberlenenlerin yanına ilişip izbe bir köşede hayatın fiiline ilişmeyi bekleyecek.
O eski devirlerde söz, gönlün merhemi olup yaralara sürülürken, muhattabını bulamamış çaresiz âşıklara deva olurdu. Çünkü ne telefon vardı halet-i pür melali fâş edecek, ne mail, ne facebook.
İşte bu yüzdendi ki şiirlerde aşktı asıl mevzu. Sevgiliydi, rakipti... Merâmı ifade edebilecek tek kürsüydü şiir. Teşbihler öyle derinleşiyor, öyle uzayıp gidiyordu ki bunca hudutsuzluk içinde Mecnunlar, Ferhatlar dolu dizgin at koşturuyordu.
Bir yandan da şairler ikaz edip duruyordu şaşkın beşeri:
"Can verme gam-ı aşka, aşk afet-i candır
Aşk afet-i can olduğu meşhur-ı cihandır"
Temmeti atılmamış bir kitaba dönüşmüştü aşk... Gelen yazdı, giden yazdı...
Gel zaman git zaman geçti, şimdiki zaman gelip çattı ve aşk bir pazar halini aldı. Kitap olup bestsellere karıştı, dizi olup efsanelerle yarıştı. Sinema filmi oldu, hatta ondördüncü Şubat gününe denk düşürüldü. Oysa aşk bir delilikti ve deliye hergün bayramdı. İki cümlede bir tezattı sözler. Üç yanlış bir doğruyu götürmüyor, iki yanlıştan bir aşk, şak diye doğuveriyordu (!)
Birilerinin içi yandı, birilerinin başı. Ama bu işten çok paralar kazanan da vardı. Yani kiminin de aş'ı oldu.
Hani eskiden bir âşık ve bir de mâşuk vardı ya. Artık bir gâdir ve bir de mağdur vardı. Hatta işi azıtanlarca bir gâdir, onlarca mağdur...
"Din afyondur" diye saf dimağlara fesat karıştıranlar şunu söyleyemediler mesela: "Aşk, afyondur."
Öyle bir mevsimine gelinmişti ki aşkın, afyona dönüşmüştü. Uyutuluyorduk. Kitaplarla, filmlerle, şarkılarla, türkülerle. Hem de güle oynaya, hem de özene bözene...
İnsanlar birbirini yiyordu, birbirinin üstüne hastalıklı hislerini boca ediyordu, aşığım, aşıksın, aşk diyordu da aşkın esamesi okunamıyordu bir türlü.
Çünkü afyonlanmıştık ve belki domuz gribi gibi bulaşıcı bir hastalığa dönüşmüştü artık aşk.
Aslı olmayan şeyin gölgesi de olmayacağına göre, bu yeni aşk ne asıldı ne gölge. Bir yerlerde mi asılı kalmıştı. Ne bilen vardı artık ne bulan. Ne de o kadar önemseyen...
Şairin biri çıktı şöyle dedi:
"başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
bakıp başkasının başkayla kurduğu bağlantıya
aşka dair diyoruz ilk anı bu olmalı "
Ezberlenmiş ve taklit edilmiş şey, elbet aslından uzaklaşır her tekrarda. İşte bu yüzden, icat edildiği günden beri aslından uzaklaşıp şekil değiştiren mecazi aşklara bin şahit de bulunamaz oldu. Çünkü aşkın aslını bilen bir şahit de kalmamıştı ki, her hissinin adını "aşk" koyan aklı avarelere dert anlatılsın.
Mecazi aşklardan, milenyum aşklarına doğru gelindikçe, insanın insana beslediği şeyin ne iken ne olduğunu sorgu masasına yatırıp, üstüne kuvvetli bir ışık tutsak ne görürüz acaba?
Hiçbir şey göremeyiz elbette. Bu hayali ticaretin satıcıları ceplerini doldururken, alıcılarının anlatacak bir "aşk hikayesi" var muhakkak. Replikleri birbirine benzeyen, giriş-gelişme-sonuç örgüsü iki ters bir düz...
Hasılı: Bir aşk varsa, efsanelerde kalmıştır. Gördüğünü zannedenlere geçmişler olsun...
Buna rağmen aşktan hasta olduğunu sananlar varsa da antidepresan ve biraz da terapi öneririm...
Ve ne mutlu hakiki muhabbet ehline ki, aklı başında severler birbirlerini...
Daha ilk satırda büyük sözler söyletiverir işte böyle.
Eli kalem, dili kelam tutan herkes asırlardır ne çok şey söylemiş ve her söylenen ne kadar eksik kalmış. Söylenenlerin hepsi ondan bir parçayken, o hiç bir tanımın parçası olmamış.
Buraya kadar herşey güzel. Bir solukta yazıldı. Parmaklarım tuşlara dokundukça satırlar artacak ve yine söylenmişlere benzer sözler dizilecek sıraya. Bu yüzden aşkı metheden bu serenatı başladığı yerde bırakıyorum.
Peki maksat hasıl olacak mı?
"Arif olan anlar" hükmünce söylenen söylendiğiyle, anlanansa anlaşıldığı kadarıyla kalacak.
Bundan hasıl olanlar da ya ezber bozacak, ya ezberlenenlerin yanına ilişip izbe bir köşede hayatın fiiline ilişmeyi bekleyecek.
O eski devirlerde söz, gönlün merhemi olup yaralara sürülürken, muhattabını bulamamış çaresiz âşıklara deva olurdu. Çünkü ne telefon vardı halet-i pür melali fâş edecek, ne mail, ne facebook.
İşte bu yüzdendi ki şiirlerde aşktı asıl mevzu. Sevgiliydi, rakipti... Merâmı ifade edebilecek tek kürsüydü şiir. Teşbihler öyle derinleşiyor, öyle uzayıp gidiyordu ki bunca hudutsuzluk içinde Mecnunlar, Ferhatlar dolu dizgin at koşturuyordu.
Bir yandan da şairler ikaz edip duruyordu şaşkın beşeri:
"Can verme gam-ı aşka, aşk afet-i candır
Aşk afet-i can olduğu meşhur-ı cihandır"
Temmeti atılmamış bir kitaba dönüşmüştü aşk... Gelen yazdı, giden yazdı...
Gel zaman git zaman geçti, şimdiki zaman gelip çattı ve aşk bir pazar halini aldı. Kitap olup bestsellere karıştı, dizi olup efsanelerle yarıştı. Sinema filmi oldu, hatta ondördüncü Şubat gününe denk düşürüldü. Oysa aşk bir delilikti ve deliye hergün bayramdı. İki cümlede bir tezattı sözler. Üç yanlış bir doğruyu götürmüyor, iki yanlıştan bir aşk, şak diye doğuveriyordu (!)
Birilerinin içi yandı, birilerinin başı. Ama bu işten çok paralar kazanan da vardı. Yani kiminin de aş'ı oldu.
Hani eskiden bir âşık ve bir de mâşuk vardı ya. Artık bir gâdir ve bir de mağdur vardı. Hatta işi azıtanlarca bir gâdir, onlarca mağdur...
"Din afyondur" diye saf dimağlara fesat karıştıranlar şunu söyleyemediler mesela: "Aşk, afyondur."
Öyle bir mevsimine gelinmişti ki aşkın, afyona dönüşmüştü. Uyutuluyorduk. Kitaplarla, filmlerle, şarkılarla, türkülerle. Hem de güle oynaya, hem de özene bözene...
İnsanlar birbirini yiyordu, birbirinin üstüne hastalıklı hislerini boca ediyordu, aşığım, aşıksın, aşk diyordu da aşkın esamesi okunamıyordu bir türlü.
Çünkü afyonlanmıştık ve belki domuz gribi gibi bulaşıcı bir hastalığa dönüşmüştü artık aşk.
Aslı olmayan şeyin gölgesi de olmayacağına göre, bu yeni aşk ne asıldı ne gölge. Bir yerlerde mi asılı kalmıştı. Ne bilen vardı artık ne bulan. Ne de o kadar önemseyen...
Şairin biri çıktı şöyle dedi:
"başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
bakıp başkasının başkayla kurduğu bağlantıya
aşka dair diyoruz ilk anı bu olmalı "
Ezberlenmiş ve taklit edilmiş şey, elbet aslından uzaklaşır her tekrarda. İşte bu yüzden, icat edildiği günden beri aslından uzaklaşıp şekil değiştiren mecazi aşklara bin şahit de bulunamaz oldu. Çünkü aşkın aslını bilen bir şahit de kalmamıştı ki, her hissinin adını "aşk" koyan aklı avarelere dert anlatılsın.
Mecazi aşklardan, milenyum aşklarına doğru gelindikçe, insanın insana beslediği şeyin ne iken ne olduğunu sorgu masasına yatırıp, üstüne kuvvetli bir ışık tutsak ne görürüz acaba?
Hiçbir şey göremeyiz elbette. Bu hayali ticaretin satıcıları ceplerini doldururken, alıcılarının anlatacak bir "aşk hikayesi" var muhakkak. Replikleri birbirine benzeyen, giriş-gelişme-sonuç örgüsü iki ters bir düz...
Hasılı: Bir aşk varsa, efsanelerde kalmıştır. Gördüğünü zannedenlere geçmişler olsun...
Buna rağmen aşktan hasta olduğunu sananlar varsa da antidepresan ve biraz da terapi öneririm...
Ve ne mutlu hakiki muhabbet ehline ki, aklı başında severler birbirlerini...
Pazartesi, Ekim 12, 2009
şüphe ve kuşku
12.10.09
Türkçe, terim ve deyim zenginliği olan ve çeşitli milletlerin lisanıyla da beslenmiş bir imparatorluk dili. Fakat maalesef gittikçe kısırlaştırılmakta, daraltılmakta.
Mesela Araplardan kalbi, Farisîlerden dil ve can'ı almış, bir de ona kendi yüreğimizi eklemişiz. Her birini farklı mana veya kelimelerle kullanmış, tek bir kelimeyle iktifâ etmemişiz.
Bugün bahsedeceğimiz iki kelimeyse elli yıl öncesine kadar farklı anlamlara gelirken, nasıl olmuş, niye olmuşsa TDK'nın da gayretleriyle eşanlamlı kullanılmaya başlanmış.
İki kelime, yani:
Kuşku ve Şüphe
Öncelikle bu kelimelerin etimolojik yapısını inceleyelim.
Kuşku Türkçe bir kelime. Kamus-ı Türkî'de: Kuş gibi korkup ürkme, irtiaş (titreme), tevahhuş (korkma, ürkme) olarak tanımlanmış.
Yani kelimenin kökü kuş. Ancak aldığı ek, isimden isim yapan değil, fiilden isim yapan -gi eki.
Burada elbette bir problem bulunmakta. Fakat kelime dilimizde bu şekilde kullanılagelmiş.
Şüphe ise Arapça bir kelime. "Şibh" yani benzemek kelimesinden geliyor. Arapça kamusta yazıldığı üzere: "şebbehe" karıştırmaya sebep olmak; "eşbehe" benzemek; "eştebehe" karışık geldi demektir.
Teşbih kelimesi de aynı kökten gelmektedir.
Buna göre;
Kuşkuda bir korku, sakınma, çekinme, hoş olmayan bir şeye uğrama endişesi vardır. Vesveseli bir haldir. Olmayan bir şeyin olma ihtimali mevzubahistir.
Şüphe ise var olan şeylerle ilgilidir. Yani iki veya daha fazla şey arasında hangisi olduğunu kestirememek. Ki yukardaki "benzemek" köküyle ilişkilendirirsek, iki benzer hal arasında kararsız kalma durumu da diyebiliriz. Bir şeyin olup olmadığı hakkındaki tereddüt de yine şüphedir.
Günümüzde aynı manaya gelen bu iki kelime, görüldüğü üzere farklı iki hali ifade etmektedir.
Her ne kadar halk dilinde birleştirilmiş olsalar da mesela psikiyatride yukarıdaki ayırım söz konusu imiş. Bu konuda öğrendiklerimizi de ekleyelim:
Şüphe emin olamama durumudur ve obsesyonun tipik özelliğidir. Obsesif kompulsif bozukluk gibi.
Kuşkuysa daha çok zarara uğrama endişesi içerir ve psikozlarda görülür.
Demek ki biz halk dilinde her ne kadar aynı manada kullansak da işin erbabınca hiç de öyle değil.
hamiş: İlim-bilim deyip ekşisözlüğü referans olarak göstermek belki biraz ekşi gelebilir ama kalkıp daha karmaşık ve anlaşılmaz birşeylerle meseleyi dağıtmak istemedim. Konuda uzman olmak değil, o hastalığın ne olduğunu az çok anlayabilmekti amaç.
Türkçe, terim ve deyim zenginliği olan ve çeşitli milletlerin lisanıyla da beslenmiş bir imparatorluk dili. Fakat maalesef gittikçe kısırlaştırılmakta, daraltılmakta.
Mesela Araplardan kalbi, Farisîlerden dil ve can'ı almış, bir de ona kendi yüreğimizi eklemişiz. Her birini farklı mana veya kelimelerle kullanmış, tek bir kelimeyle iktifâ etmemişiz.
Bugün bahsedeceğimiz iki kelimeyse elli yıl öncesine kadar farklı anlamlara gelirken, nasıl olmuş, niye olmuşsa TDK'nın da gayretleriyle eşanlamlı kullanılmaya başlanmış.
İki kelime, yani:
Kuşku ve Şüphe
Öncelikle bu kelimelerin etimolojik yapısını inceleyelim.
Kuşku Türkçe bir kelime. Kamus-ı Türkî'de: Kuş gibi korkup ürkme, irtiaş (titreme), tevahhuş (korkma, ürkme) olarak tanımlanmış.
Yani kelimenin kökü kuş. Ancak aldığı ek, isimden isim yapan değil, fiilden isim yapan -gi eki.
Burada elbette bir problem bulunmakta. Fakat kelime dilimizde bu şekilde kullanılagelmiş.
Şüphe ise Arapça bir kelime. "Şibh" yani benzemek kelimesinden geliyor. Arapça kamusta yazıldığı üzere: "şebbehe" karıştırmaya sebep olmak; "eşbehe" benzemek; "eştebehe" karışık geldi demektir.
Teşbih kelimesi de aynı kökten gelmektedir.
Buna göre;
Kuşkuda bir korku, sakınma, çekinme, hoş olmayan bir şeye uğrama endişesi vardır. Vesveseli bir haldir. Olmayan bir şeyin olma ihtimali mevzubahistir.
Şüphe ise var olan şeylerle ilgilidir. Yani iki veya daha fazla şey arasında hangisi olduğunu kestirememek. Ki yukardaki "benzemek" köküyle ilişkilendirirsek, iki benzer hal arasında kararsız kalma durumu da diyebiliriz. Bir şeyin olup olmadığı hakkındaki tereddüt de yine şüphedir.
Günümüzde aynı manaya gelen bu iki kelime, görüldüğü üzere farklı iki hali ifade etmektedir.
Her ne kadar halk dilinde birleştirilmiş olsalar da mesela psikiyatride yukarıdaki ayırım söz konusu imiş. Bu konuda öğrendiklerimizi de ekleyelim:
Şüphe emin olamama durumudur ve obsesyonun tipik özelliğidir. Obsesif kompulsif bozukluk gibi.
Kuşkuysa daha çok zarara uğrama endişesi içerir ve psikozlarda görülür.
Demek ki biz halk dilinde her ne kadar aynı manada kullansak da işin erbabınca hiç de öyle değil.
hamiş: İlim-bilim deyip ekşisözlüğü referans olarak göstermek belki biraz ekşi gelebilir ama kalkıp daha karmaşık ve anlaşılmaz birşeylerle meseleyi dağıtmak istemedim. Konuda uzman olmak değil, o hastalığın ne olduğunu az çok anlayabilmekti amaç.
Cumartesi, Ekim 10, 2009
Mehriya Masalı II
10.10.09
Suskunlukları tam kırk gün sürdü.
Konuşan insan, konuştuğu her lahzada dünyada var olan bir hakikate karşı dikkatsizleşirdi. Dikkati kendi kelamında toplamanın da elbet bir bedeli vardır. Susan hep daha ince görürdü.
-Tam kırk altın!
Kırk birinci günün sabahında ağızdan çıkan ilk sözdü bu. O an bir hikmet daha kayıp gitmişti gözlerinden.
Otuz dokuz gün yağmur yağmış ve o sabah ilk kez güneş açmıştı oysa. İnsanın yaratıldığı çamur kıvamındaydı toprak.
Tek bir cümleyle hikmet gitmiş, dil çözülmüştü.
İlerde beliren karartı önce buharlaştı. Sonra yeniden yağan yağmurla birlikte o hikmetli toprağa düştü.
"-Ben sizin içinize düşen nifak tohumlarıyım. Kaşlarınızın arasındaki köşk mülkümdür artık."
Uzun süredir konuşmayan diller çözülünce bu söz de kulaklara erişmeden kayboluvermişti.
-Bu altınları gömelim.
-Ya içimizden biri gizlice alır kaçarsa?
-Şu karşıki tepeye diker ve birbirimizi kollarız.
-Ya uyursak?
-Her gece iki kişi nöbet tutar.
-Yarın yola çıkalım. Bu gece uyumayız.
Karartıyı hatırlayan yoktu. 40 günün sonunda, kafaları bulandırıp suskunluk hazinesini sunan o bilinmez unutulmuştu çoktan.
Ertesi gün yola çıkıldı...
Pazartesi, Ekim 05, 2009
Bir Klişenin Tiyatral Hali: Çıkmaz Sokak
05/10/2009
Tiyatro sezonumuzu açtık. İlk oyunumuz, Şehir Tiyatroları için yeniyse de daha evvel pek çok kez gösterilmiş ödüllü bir oyun:
Çıkmaz Sokak
Yazarı, yönetmeni, oyuncuları hakkındaki bilgilere ŞT sitesinden ulaşabilirsiniz.
-dikkat spoiler çıkabilir- (sonunda ben de kullandım bu kelimeyi)
Oynun sahnesi ve kostümler iyiydi. Oyuncuların performansı da gayet yerindeydi.
Fakat asıl sorun oynun kendisindeydi diyebiliriz. Her ne kadar Yunanistan'daki cuntayı anlatsa da genel anlamda bütün dünyada eleştirilen işkence meselesi işlenmiş. Bir olay örgüsü var. Ancak oynun ikinci bölümündeki diyaloglar bir süre sonra kendinin tekrarı olmakla kalmayıp, son derece klişe mesajlar vermeye başlıyor. Tabiri caizse bu bölümü seyretmek yerine, işkence karşıtı bir protesto gösterisini izleseniz daha fazla heyecana kapılırsınız. Bu yeknesaklık içerisinde oldukça ezber dolu ve sıradan cümleler oyna olan dikkati oldukça azaltmakta.
Oyunda Celika, işkencecisine öfkeyle ve hırsla bağırırken, ona değil seyircinin vicdanına hitap edercesine salondakilere doğru sesleniyor. Yani baştan sona mesaj mesaj mesaj...
Tiyatronun mesaj veren bir dili ve görevi de var ve şahsen işkenceye karşı böyle bir tepkiyi manalı buluyorum. Fakat benim eleştirdiğim oynun yeknesaklığı ve mesajların kafamıza boca edilmesi. Amaç, içerde kalan kini, haksızlığa tepkiyi dışarı dökmekse ve yol olarak tiyatro seçilmişse, cümleler de klişeden kurtulmuş olmalıydı. Belki onca konuşmanın arasına bir kaç olay eklenebilirdi. Hoş hareketten yoksun değil. Celika mahkumunu gayet güzel itip kaktı. Orasına burasına vurdu vs. (bu arada Celika'yı canlandıran oyuncu, metro-tramvay-trenlerdeki o hoş sesli bayan. nasıl da tezat)
Elbette bu eserin 1980 yılında yazılmış olması, belki kendi döneminde görevini fazlasıyla yerine getirmesini sağladı. 1986-89 yılları arasında büyük bir ilgiyle izlenmiş olması da bunu desteklemekte.
Türkiye'deki herhangi bir ihtilali yaşamış büyüklerimizin ilgisini çekme ihtimali de yüksek. Ne de olsa bir acının her ne şekilde olursa olsun hatırlanması, insanı heyecanlandırır.
Oynun belli bir sonu yok. Ucu açık bırakılmış. Spanos'un alnına dayanan silah, adeta mağdurun vicdanına dönüştürülmüş ve onu bekleyen son seyirciye bırakılmış:
Ya o tetiği çekip öc alınır ya da aynı işkence ve katlin bir parçası olunmayıp silah aşağı iner.
"İşkenceciler ve mağdurları hakkında bir şey bilmiyorum", hatta "cunta da ne demek kardeşim" diyenlerle; "o günleri biz iyi biliriz, gidelim de bir görelim nasıl yorumlamışlar" cümlelerini aklından geçirenler oynu izlesinler derim. Geri kalanlara da -şimdilik- bu sene de gösterilen Maskeliler oynunu tavsiye ederim.
Tiyatro sezonumuzu açtık. İlk oyunumuz, Şehir Tiyatroları için yeniyse de daha evvel pek çok kez gösterilmiş ödüllü bir oyun:
Çıkmaz Sokak
Yazarı, yönetmeni, oyuncuları hakkındaki bilgilere ŞT sitesinden ulaşabilirsiniz.
-dikkat spoiler çıkabilir- (sonunda ben de kullandım bu kelimeyi)
Oynun sahnesi ve kostümler iyiydi. Oyuncuların performansı da gayet yerindeydi.
Fakat asıl sorun oynun kendisindeydi diyebiliriz. Her ne kadar Yunanistan'daki cuntayı anlatsa da genel anlamda bütün dünyada eleştirilen işkence meselesi işlenmiş. Bir olay örgüsü var. Ancak oynun ikinci bölümündeki diyaloglar bir süre sonra kendinin tekrarı olmakla kalmayıp, son derece klişe mesajlar vermeye başlıyor. Tabiri caizse bu bölümü seyretmek yerine, işkence karşıtı bir protesto gösterisini izleseniz daha fazla heyecana kapılırsınız. Bu yeknesaklık içerisinde oldukça ezber dolu ve sıradan cümleler oyna olan dikkati oldukça azaltmakta.
Oyunda Celika, işkencecisine öfkeyle ve hırsla bağırırken, ona değil seyircinin vicdanına hitap edercesine salondakilere doğru sesleniyor. Yani baştan sona mesaj mesaj mesaj...
Tiyatronun mesaj veren bir dili ve görevi de var ve şahsen işkenceye karşı böyle bir tepkiyi manalı buluyorum. Fakat benim eleştirdiğim oynun yeknesaklığı ve mesajların kafamıza boca edilmesi. Amaç, içerde kalan kini, haksızlığa tepkiyi dışarı dökmekse ve yol olarak tiyatro seçilmişse, cümleler de klişeden kurtulmuş olmalıydı. Belki onca konuşmanın arasına bir kaç olay eklenebilirdi. Hoş hareketten yoksun değil. Celika mahkumunu gayet güzel itip kaktı. Orasına burasına vurdu vs. (bu arada Celika'yı canlandıran oyuncu, metro-tramvay-trenlerdeki o hoş sesli bayan. nasıl da tezat)
Elbette bu eserin 1980 yılında yazılmış olması, belki kendi döneminde görevini fazlasıyla yerine getirmesini sağladı. 1986-89 yılları arasında büyük bir ilgiyle izlenmiş olması da bunu desteklemekte.
Türkiye'deki herhangi bir ihtilali yaşamış büyüklerimizin ilgisini çekme ihtimali de yüksek. Ne de olsa bir acının her ne şekilde olursa olsun hatırlanması, insanı heyecanlandırır.
Oynun belli bir sonu yok. Ucu açık bırakılmış. Spanos'un alnına dayanan silah, adeta mağdurun vicdanına dönüştürülmüş ve onu bekleyen son seyirciye bırakılmış:
Ya o tetiği çekip öc alınır ya da aynı işkence ve katlin bir parçası olunmayıp silah aşağı iner.
"İşkenceciler ve mağdurları hakkında bir şey bilmiyorum", hatta "cunta da ne demek kardeşim" diyenlerle; "o günleri biz iyi biliriz, gidelim de bir görelim nasıl yorumlamışlar" cümlelerini aklından geçirenler oynu izlesinler derim. Geri kalanlara da -şimdilik- bu sene de gösterilen Maskeliler oynunu tavsiye ederim.
Cumartesi, Ekim 03, 2009
Mehriya Masalı I
I
Yontulmuş selvi ağaçlarının yongaları batınca parmağına, bin yıl önceki hikayeyi hatırladı. Bin yılı yüzdelik dilimlere ayırıp, o dilimler boyunca ölenleri getirdi aklına. Herbenia çiçeklerinin güzel koktuğu için ölülerin mumlayalanmasında kullanıldığını da ve amberin ve miskin... Güzelliği ölümsüzlüğe bağlamak için bir sebep daha vardı yani. Bağladı. Kurduğu bütün bağların arasında kendisinin de bir şeylere bağlandığını farketti mi? Etmemezlikten geldi.
Kanayan parmağına, bir çeşit kaktüs parçasını bastırdı. Bu bitkiyse güzel değildi. Fakat yüzyıllarca Afrika'da güzellik ve sağlık için kullanılmıştı.
Görüntü ve kokunun ötesinde dokuda da güzellik vardı.
Selvi ağaçları da güzel koktuklarından mezarlıklara dikiliyordu.
Güzellik ve ölüm.
Xi efsanesinin, kendini hapseden taşa, her gün bir kere vurarak özgürlüğe kavuşan süslü balıkları yoktu. İstiridyeler de yoktu. Mercan kayalıkları da.
II
Sözün başladığı noktada değildik. Oysa bitirilmiş sözler, verilmiş sözler, alınmış sözler vardı. Hepsi etrafa saçılmış ve başlama noktası kaybolmuştu.
Etrafta minik serçeler uçuşuyordu. Bülbüler vardı az ilerde. Ama artık susuyorlardı.
- Ne de güzel öterlerdi eskiden.
- Dut yediklerinden...
- Burası eskiden hep dutluktu yani!
- Çünkü dut çok tatlıydı, yapış yapış oldu minik ağızları. Yazık.
- Hayır, o dut bu dut değil karıştırıyorsunuz. O aslında tuti idi. Çok konuşurdu. Bülbül de susardı onun yanında. Sonra dut diye kaldı akıllarda.
- Aslında bülbül dut dalındayken gül'e vurulmuştu. O dem sustu. Çünkü bildi ki aşkın dili suskunluktu.
- O sadece bir kuş. Ötmesinin sebebiyse haberleşme.
- Çok sığsın.
- Abartıcısın.
Aşk suskunluksa demek ki aşk buralarda değildi.
- Aşk nerelerde?
- Onu gözümüz tutmayınca, bari esir pazarına götürüp satalım dedik. Sonra baktık ki meğer aşk esir pazaranın sahibiymiş.
- Kanlıları görmesin diye kılık değiştirmiş.
- Bizi de esir alacaktı ki kaçtık, buraya geldik. Asıl ıssızlık bu zemindeymiş.
- Aşk mı geçmiş yani buradan?
- ...
Bir rüzgar esmeye başladı. Kuru değildi, ne soğuktu ne sıcak. Ilıktı ama hoş da değildi.
- Hoşnutsuzluk senin içinde.
- Şair der ki...
- Şairler buraya giremez.
- Onlar da esir pazarındaydı.
- Ama esir tüccarıydılar...
Bir ses duyuldu. Ardından bir karartı belirdi.
- Susalım!
Sustuk.
Yontulmuş selvi ağaçlarının yongaları batınca parmağına, bin yıl önceki hikayeyi hatırladı. Bin yılı yüzdelik dilimlere ayırıp, o dilimler boyunca ölenleri getirdi aklına. Herbenia çiçeklerinin güzel koktuğu için ölülerin mumlayalanmasında kullanıldığını da ve amberin ve miskin... Güzelliği ölümsüzlüğe bağlamak için bir sebep daha vardı yani. Bağladı. Kurduğu bütün bağların arasında kendisinin de bir şeylere bağlandığını farketti mi? Etmemezlikten geldi.
Kanayan parmağına, bir çeşit kaktüs parçasını bastırdı. Bu bitkiyse güzel değildi. Fakat yüzyıllarca Afrika'da güzellik ve sağlık için kullanılmıştı.
Görüntü ve kokunun ötesinde dokuda da güzellik vardı.
Selvi ağaçları da güzel koktuklarından mezarlıklara dikiliyordu.
Güzellik ve ölüm.
Xi efsanesinin, kendini hapseden taşa, her gün bir kere vurarak özgürlüğe kavuşan süslü balıkları yoktu. İstiridyeler de yoktu. Mercan kayalıkları da.
II
Sözün başladığı noktada değildik. Oysa bitirilmiş sözler, verilmiş sözler, alınmış sözler vardı. Hepsi etrafa saçılmış ve başlama noktası kaybolmuştu.
Etrafta minik serçeler uçuşuyordu. Bülbüler vardı az ilerde. Ama artık susuyorlardı.
- Ne de güzel öterlerdi eskiden.
- Dut yediklerinden...
- Burası eskiden hep dutluktu yani!
- Çünkü dut çok tatlıydı, yapış yapış oldu minik ağızları. Yazık.
- Hayır, o dut bu dut değil karıştırıyorsunuz. O aslında tuti idi. Çok konuşurdu. Bülbül de susardı onun yanında. Sonra dut diye kaldı akıllarda.
- Aslında bülbül dut dalındayken gül'e vurulmuştu. O dem sustu. Çünkü bildi ki aşkın dili suskunluktu.
- O sadece bir kuş. Ötmesinin sebebiyse haberleşme.
- Çok sığsın.
- Abartıcısın.
Aşk suskunluksa demek ki aşk buralarda değildi.
- Aşk nerelerde?
- Onu gözümüz tutmayınca, bari esir pazarına götürüp satalım dedik. Sonra baktık ki meğer aşk esir pazaranın sahibiymiş.
- Kanlıları görmesin diye kılık değiştirmiş.
- Bizi de esir alacaktı ki kaçtık, buraya geldik. Asıl ıssızlık bu zemindeymiş.
- Aşk mı geçmiş yani buradan?
- ...
Bir rüzgar esmeye başladı. Kuru değildi, ne soğuktu ne sıcak. Ilıktı ama hoş da değildi.
- Hoşnutsuzluk senin içinde.
- Şair der ki...
- Şairler buraya giremez.
- Onlar da esir pazarındaydı.
- Ama esir tüccarıydılar...
Bir ses duyuldu. Ardından bir karartı belirdi.
- Susalım!
Sustuk.
Perşembe, Ağustos 27, 2009
Hayırlı Ramazanlar/mahya nedir?
Mahya, Farsça “mâh”, yani “ay” kelimesinden gelir. “Ay’a özgü” demektir. Yazılışından dolayı “mahiye” veya “mahiyya” diye de okunur.
Eskiden mahya, camilerin minareleri arasına gerilen iplere kandiller asılmak suretiyle hazırlanırdı. Elbette bu kandiller, kandil yağına batırılmış ipin tutuşturulmasıyla yanardı. Yani sadece mahyayı yapmak değil, uygun bir düzeneği hazırlayı;p, yakmak ve nihayet minarelere germek de marifettendi. Bir de buna eskiden Latin değil Arap harflerinin kullanıldığını da eklersek zorluk derecesini anlamış oluruz.
Mahya seyretmek Ramazan eğlencelerinden biriydi diyebiliriz. Zira mahyacılar maharet ve ustalıklarına göre çeşitli yazı ve şekillerle minareleri donatırlardı. Öyle ki teravih namazından önce bir yazı varsa, namazdan çıkıldığında farklı bir yazıyla karşılaşılırdı.
Minarelerin mahyayla süslenmesi 1723 yılında gelenek halini alarak günümüze kadar ulaşmıştır. O yıl, mahya taşımaya tahammülü olmayan kısa boylu Eyüb Camii minâreleri yerine, ikişer şerefeli uzun minâreler inşâ edilmişti.
Ramazanın ilk günleri “Hoş geldin”lerle karşılanırken, birbirinden güzel vecizeler, hadisler, mahyacıların maharetli elleriyle minareleri süslerdi. Bu, hem oruç tutan kişinin motivasyonunu, hem de oruç ayının huşu dolu havasını arttırması açısından güzel bir yöntemdi. Son günlerde ise “elveda, el-firak” yazılı mahyalarla on iki ayın sultanına veda edilirdi.
Mahyalarla ilgili bir diğer bilinmesi gerekense, Osmanlı zamanında iki veya daha çok minareli camileri sadece padişah âilesinin yaptırabilmesidir. Diğerleri tek minareli olmak zorundaydı. Yani mahya, sadece hânedâna ait olan ve “selatin” yani “sultanlar” ismi verilen camilere kurulabilmekteydi.
Salı, Ağustos 25, 2009
Osmanlıca Blog Dersleri 4
KÂF (ك) HARFİNİN OSMANLICA'DAKİ FARKLI OKUNUŞLARI
Kâf harfini üç şekilde ele alabiliriz:
1) Kâf-i Arabî: Osmanlıca'da ince k sesi veren ve yazılışı (ك) olan harftir.
2) Kâf-i Fârisî: İnce g ve ince ğ sesi verir ve kef harfinin üstüne bir çizgi çekilmesiyle (ﮓ) şeklinde yazılır. Fakat Osmanlıca bir metin içerisinde, umumiyetle bu çizginin çekilmediğini görürüz. Harfin okunuşu, okuyucuya bırakılmıştır. Kelimenin veya cümlenin gidişatına göre kullanılır.3) Kâf-ı Nûni: Osmanlıca'da n sesi Nun (ن) harfiyle gösterilir. Fakat Türkçeye özgü bir vokal olan genizsi n ünsüzü, üzerinde üç nokta bulunan Kâf (ﯓ) harfiyle gösterilir. Bu harf önseste bulunmaz ve okunuşu dikkat gerektirir. Zira yanlış okuyuşlara yol açabilir. Diğer isimleri Nazal N, Sağır Nun veya Sağır Kâf'tır. Kâf-ı Fârisî'de olduğu gibi, Osmanlıca metin içerisinde üç nokta yer almaz. Normal kef şeklinde yazılır ve okuyucunun kuralı bilmesiyle okuyabileceği kelimelerdir. Çok fazla değillerdir. Bir kez okunmakla tanınabilirler.
Not: Anlaşılması açısından örneklerde harflerin işaretli hallerini kullanacağız.
Kural:
1) İkinci şahsın iyelik ekiyle, fiillerin ikinci şahıs eklerindeki n sesi kâf-ı nuni ile yazılır:
2) İşaret zamirlerindeki n sesi veren harf de yine kâf-ı nuni ile yazılır:
Salı, Ağustos 18, 2009
Kürt Açılımı ve Alman Vakıfları
Her kafadan bir sesin çıktığı şu karışık ortamda, biraz daha eskiye gidip, oluşturulan altyapıyı gözden geçirmek gerekmekte. Aslında bugün olanları tarihte aramak yerinde olur. Elbette kimse bir sabah uyanıp, "hadi Kürt Açılımı isminde bir kıyak yapalım" (bir diğer ismiyle demokratik açılım) demiyor.
Bir bebeğin yeni bir hareketi kazanabilmesi, sözgelimi bir nesneyi tutabilmesi için "hazırbulunuşluluk" önşartı gerekmektedir. Bebek o hareketi bir anda yapamaz. Önce kasları gelişmeli, hareketi sağlayacak bir takım alışmaları yapmalı ve bütün bunları kazanmak için de kendisine örnek davranışlar sergilenmelidir.
İnsan beynini bir fikre alıştırmak da böyledir. Öncelikle hazırbulunuşluluk sağlamak gerekir. Önfikirler zerk edilip sürekli canlı tutulan insan aklı, öyle güzel şartlandırılır ki en olmayacak şeyi bile, minik telkinlerle, fikrin bile ötesinde, mecburiyet olarak görmeye başlar.
İşte bu yüzdendir ki Avrupalılar siyaset denen şeyin sabır, ısrar ve bir o kadar da sinsilik ve telkin gerektirdiğini çok iyi anlamış ve bir politika üzerine belki yarım, belki bir asır sürecek planlar yapmışlardır.
Her ne kadar bugün bir takım olaylar tepeden inme gibi görünse de, halkın (yığının), olanları kabullenip, hatta olmazsa olmazlaştırmasında, bu ince telkinlerin, hazırbulunuşluluk sürecinin payı büyüktür.
Bir insana, fikirlerinizi empoze etmenin en güzel yoluysa sanat, edebiyat ve benzeri kültürel faaliyetlerden geçer. O kişiye açık telkinde bulunmak yerine, kültür unsurlarının içine saçmış olduğunuz fikirleri yutturmakla kalmayıp, "bunu ben kendim düşündüm" bile dedirtebilirsiniz.
Hele bir de ekmek bulamayana, bol kremayla süslenmiş pasta ikram ettiniz mi, değmeyin keyfine.
Gelelim Almanya'ya:
Almanya'nın, AB içerisindeki Alman unsurları kuvvetlendirmeye çalışırken, diğer ülkelerdeki azınlıkları, farklı etnik kökenleri kullanarak bölüp parçalama politikasını Fransa, eski Yugoslavya ve Türkiye üzerinde uyguladığını, hatta benzer amaçlı terör gruplarını desteklediğini, Almanya yakın tarihini okuyanlar az çok bilirler.
Bu yazının asıl amacı da aşağıdaki yazıya girizgah yapabilmekti.
Almanya Siyasi Partilerinin Türkiye'de kurmuş oldukları vakıfların faaliyetleri ile ilgili makalenin, bu yeni açılımla olan paralelliğini görmek yerinde olur:
"Federal Almanya'da Türkiye'ye yönelik 'kültür hizmetleri' büyük ölçüde vakıflar aracılığı ile gerçekleştirilir. Söz konusu hizmetler, 'Türk halkına ve politikacılarına demokratik tartışma kültürünü öğretmek'ten 'Elmalı kereste sanayisini teşvik'e, 'özelleştirme ve serbest piyasa ekonomisi dersleri'nden 'gazeteci eğitimi'ne kadar çok renkli bir programı içerir. Türkiye'de 'araştırma kurumu' kisvesi altında çalışmalarını sürdüren Alman vakıflarının hemen hemen tamamı parti vakfıdır.
Aşırı sağcı CSU ve sözde solcu PSD dışında Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan dört partinin tamamının Türkiye'de vakıfları vardır. Ülkemiz ile ilk ilgilenen, Almanya'nın en büyük partisi CDU'nun Konrad Adenauer Vakfı olmuştur. 1984'te şubesini açmıştır. SPD'nin Friedrich Ebert Vakfı'nın İstanbul'a gelişi 1988'de olmuştur. Bunu, 1991'de FDP'nin Friedrich Naumann Vakfı izlemiştir. Birlik 90/ Yeşiller'in Heinrich Böll Vakfı da doksanlı yılların ortasında İstanbul'da faaliyete geçer.
Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan partilerin vakıflarının tümü, federal hükümetin 'Politik Eğitim Fonu'ndan finanse edilmektedir.
Yurtdışı etkinlikleri de yine yüzde yüz federal hükümetçe karşılanır. Konunun uzmanlarından sosyolog Ute Paschner'e göre Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGO'lardır ve Alman dış politikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir.
Alman Dışişleri Bakanlığı'nm elimize geçen bir yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan karışabilmek için ne tür 'kamuflaj projeleri' kullanılabileceği üzerine bir dizi 'pratik örnek' verilmektedir. 'Politik vakıflar'ın bu bağlamda 'diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları' en yetkili ağızlardan itiraf edilmektedir.
Ankara ve İstanbul'da şubeleri bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur: Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizm'in iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükümet sorunu değil, 'yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk devleti' olduğunu kanıtlamayı amaçlar.
Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir: A - 'Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak' ve buna paralel olarak 'Kürtçü gruplar' ile Almanya arasında köprü kurmak. B- 'Toplumun değişik katmanları ile siyasal İslamcıları biraraya getirmek' ve buna paralel olarak 'İslamcılar' ile Alman devleti arasında köprü kurmak. C- 'Alevilerin aşırı İslama karşı oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak.'
İkinci maddedeki etkinlikler, 'Türkiye'de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak' amacıyla, Almanya'da adı var, kendi yok 'federal sistem'i Türkiye'ye tanıtmayı hedefler. FDP'nin Friedrich Naumann Vakfı 'federalizmi tanıtma' çabalarını genelde Batı Anadolu'da yürütürken, Yeşiller'in Heinrich Böll Vakfı 'federal yönetimin nimetlerini' Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir.
Yeşiller'in bu vakfı şu sıralar, Türkiye'nin etnik çetelesini tutmakla meşgul ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi 'araştırma' enstitüleri ile ortak çalışmakta. SPD'nin Friedrich Ebert Vakfı da, daha 'global' bir yaklaşımla 'Türkiye'de sivil toplumun kurulabilmesi' için çaba gösterirken, daha çok 'ekonomi ağırlıklı diyalog arayışı'nda olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiye'de 'İslamı demokrasiyle barıştırmak' yolunda en kapsamlı projeler ise CDU'nun Konrad Adenauer Vakfı'nca yaşama geçiriliyor.
Vakıf ajandasının üçüncü maddesi 'yerli köprübaşları oluşturmayı' öngörür. Almanya'ya davet edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için ödenen Alman 'kalkındırma yardımı', bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak artırılmaktadır.
Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının farklılığından değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır.
Vakıfların tek merkezden yönetildiğine, birbirleriyle oldukça karışık ilişkiler içinde oldukları üzerine bir örnek verelim. Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye şefi, Alman ordusu kökenli Dr. Wulf Schönbohm, vakfın aylık dergisinin Ağustos 1997 sayısında, sekiz yıllık eğitim reformuna 'Türk ordusunun İslam düşmanlığı' derken Türkiye Cumhuriyeti'ni de, 'kuruluşundan günümüze İslamın inanç esaslarını ve dini duyguların belirtilmesini ezmek' ile suçlamıştır.
Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı'nın finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü'nün Müdürü Udo Steinbach'tır.
Daha önce Almanya'nın Paris'teki büyükelçiliğinde askeri ataşe olarak görev yapmıştır. 1971-1975 yıllarında 'Ortadoğu Masası' şefi olduğu Ebenhausen Vakfı'nın Alman dış istihbarat örgütü BND'ye yakınlığı bilinir.
Ülkemizdeki Alman vakıflarının programını en özlü ifade eden kişi sanırım Steinbach'tır. 15 Eylül 1998 günü Katolik kilisesine bağlı Lingen Akademisi'nin çağrısı üzerine verdiği 'İslamın Avrupa için önemi' konferansında şöyle demiştir: 'Sorun, Atatürk'ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını, Türkiye'de yaşanan Kürt-Türk, Müslüman/laik, Alevi/devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri şu güne kadar neden yok etmediler, bilinemez...' Alman devletinin finanse ettiği Steinbach'ın enstitüsünün Türkiye'de bağlantısı olmadığı Alman vakfı ya da 'araştırma kurumu' yoktur.
Örneğin Steinbach'ın elemanlarından 'Alevilik ve Kürtlük uzmanı' Heidi Wedel, hem SPD'nın Friedrich Ebert Vakfı ile yakın ilişkidedir, hem de Amneaty International adına Türkiye raporları hazırlar. Alman Doğu Enstitüsü'nün İstanbul şubesi bünyesinde 'Gazi Mahallesi araştırması'nı da yapmıştır. Bu enstitü, Türkiye'de çalışan tüm Alman vakıflarına 'bilimsel' yol göstericilik görevini üstlenmiştir.
CDU'nun Konrad Adenauer Vakfı, 'Türk gençlerinde dini yaşantı yoğunluğunu' ele alan son 'bilimsel' araştırmasında, Türk gençlerinin 'ezici çoğunluğunun, devletin Müslüman kadınların giyimine karışmasına karşı olduğu'nu kanıtlamış. Araştırmada, 'gerçek laikliğin türbana devlet dairelerinde, parlamentoda da izin vermesi gerektiği' savunuluyor. Frankfurter Allgemeine gazetesinin Ankara muhabiri Horst Bacia da bu araştırmaya gönderme yaparak Merve'yi savunurken, 'Kemalist fosiller'e de veryansın ediyor. Aynı gazetenin İstanbul, muhabiri Rainer Hermann da, Alman Doğu Enstitüsü'nün dergisi 'Orient'te, kimi hoca efendileri 'artık eskimiş Kemalizmin yerini alması gereken umut işaretleri' olarak övmektedir.
Merkezi Bonn'da olan ve kurucuları arasında Alman Federal Parlamento üyelerinin de bulunduğu Şeyh Said Vakfı'nın da (1996) çalışmaları doğrudan ülkemiz ile ilgilidir. Şu anda Türkiye'de şubesi olmayan vakıf, amaçlarını şöyle açıklamaktadır: 'Almanya'da yaşayan tüm Müslümanlara dini, sosyal ve kültürel hizmetler sağlamak... Kürt halkı ile Alman ve Avrupalı halklar arasında diyalogu geliştirmek... Kürdistan'daki savaş kurbanlarına destek sağlamak... Almanya'da yaşayan Kürtlerin yaşam standardının yükselmesi için çaba harcamak... Kürt çocukları ve gençleri için gençlik örgütleri kurmak...' Vakfın Başkanı Ali Homam Ghazi, 'Apo'nun Bonn temsilcisi' olarak tanınır. Daha önce sözü geçen Udo Steinbach'la da çok yakın ilişki içinde olduğu bilinir. Kurucu üyelerden Heinrich Lummer ise Alman Parlamentosu'nda CDU milletvekilliği ve Berlin İçişleri Senatörlüğü görevlerinde bulunmuştur. Şeyh Said Vakfı kurulmadan önce, 1995 yılında, Abdullah Öcalan ile ikili görüşmeler yapmıştır.
Almanya kökenli vakıflar, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ni dıştan ve içeriden kuşatmaya alma çabasında.
Tümü de, 'biz NGO'yuz' diyor. Ancak 'sivil toplum', 'küresel ekonomi' ve 'insan hakları' için uğraşı verdiklerini iddia ederken, 'Türk devletinin varlığı sorundur, Türk ulusu uyduruk bir yapıdır' da diyebiliyorlar. Hepsi de 'dost ve müttefik Almanya' hesabına çalışıyor. Söylev'deki 'Her tarafta ecnebi zabit ve memurları ve hususi adamları faaliyette...' sözlerini hep anımsamalıyız. Son olarak birkaç ay önce yine İstanbul'da Robert Bosch Vakfı'nın şubesi kuruldu. Bu son gelişmeden daha hiç kimsenin haberi yok."
Tamer Bacıoğlu, "Türkiye'de Alman Vakıflarının Marifetleri", Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.
Bir bebeğin yeni bir hareketi kazanabilmesi, sözgelimi bir nesneyi tutabilmesi için "hazırbulunuşluluk" önşartı gerekmektedir. Bebek o hareketi bir anda yapamaz. Önce kasları gelişmeli, hareketi sağlayacak bir takım alışmaları yapmalı ve bütün bunları kazanmak için de kendisine örnek davranışlar sergilenmelidir.
İnsan beynini bir fikre alıştırmak da böyledir. Öncelikle hazırbulunuşluluk sağlamak gerekir. Önfikirler zerk edilip sürekli canlı tutulan insan aklı, öyle güzel şartlandırılır ki en olmayacak şeyi bile, minik telkinlerle, fikrin bile ötesinde, mecburiyet olarak görmeye başlar.
İşte bu yüzdendir ki Avrupalılar siyaset denen şeyin sabır, ısrar ve bir o kadar da sinsilik ve telkin gerektirdiğini çok iyi anlamış ve bir politika üzerine belki yarım, belki bir asır sürecek planlar yapmışlardır.
Her ne kadar bugün bir takım olaylar tepeden inme gibi görünse de, halkın (yığının), olanları kabullenip, hatta olmazsa olmazlaştırmasında, bu ince telkinlerin, hazırbulunuşluluk sürecinin payı büyüktür.
Bir insana, fikirlerinizi empoze etmenin en güzel yoluysa sanat, edebiyat ve benzeri kültürel faaliyetlerden geçer. O kişiye açık telkinde bulunmak yerine, kültür unsurlarının içine saçmış olduğunuz fikirleri yutturmakla kalmayıp, "bunu ben kendim düşündüm" bile dedirtebilirsiniz.
Hele bir de ekmek bulamayana, bol kremayla süslenmiş pasta ikram ettiniz mi, değmeyin keyfine.
Gelelim Almanya'ya:
Almanya'nın, AB içerisindeki Alman unsurları kuvvetlendirmeye çalışırken, diğer ülkelerdeki azınlıkları, farklı etnik kökenleri kullanarak bölüp parçalama politikasını Fransa, eski Yugoslavya ve Türkiye üzerinde uyguladığını, hatta benzer amaçlı terör gruplarını desteklediğini, Almanya yakın tarihini okuyanlar az çok bilirler.
Bu yazının asıl amacı da aşağıdaki yazıya girizgah yapabilmekti.
Almanya Siyasi Partilerinin Türkiye'de kurmuş oldukları vakıfların faaliyetleri ile ilgili makalenin, bu yeni açılımla olan paralelliğini görmek yerinde olur:
"Federal Almanya'da Türkiye'ye yönelik 'kültür hizmetleri' büyük ölçüde vakıflar aracılığı ile gerçekleştirilir. Söz konusu hizmetler, 'Türk halkına ve politikacılarına demokratik tartışma kültürünü öğretmek'ten 'Elmalı kereste sanayisini teşvik'e, 'özelleştirme ve serbest piyasa ekonomisi dersleri'nden 'gazeteci eğitimi'ne kadar çok renkli bir programı içerir. Türkiye'de 'araştırma kurumu' kisvesi altında çalışmalarını sürdüren Alman vakıflarının hemen hemen tamamı parti vakfıdır.
Aşırı sağcı CSU ve sözde solcu PSD dışında Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan dört partinin tamamının Türkiye'de vakıfları vardır. Ülkemiz ile ilk ilgilenen, Almanya'nın en büyük partisi CDU'nun Konrad Adenauer Vakfı olmuştur. 1984'te şubesini açmıştır. SPD'nin Friedrich Ebert Vakfı'nın İstanbul'a gelişi 1988'de olmuştur. Bunu, 1991'de FDP'nin Friedrich Naumann Vakfı izlemiştir. Birlik 90/ Yeşiller'in Heinrich Böll Vakfı da doksanlı yılların ortasında İstanbul'da faaliyete geçer.
Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan partilerin vakıflarının tümü, federal hükümetin 'Politik Eğitim Fonu'ndan finanse edilmektedir.
Yurtdışı etkinlikleri de yine yüzde yüz federal hükümetçe karşılanır. Konunun uzmanlarından sosyolog Ute Paschner'e göre Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGO'lardır ve Alman dış politikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir.
Alman Dışişleri Bakanlığı'nm elimize geçen bir yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan karışabilmek için ne tür 'kamuflaj projeleri' kullanılabileceği üzerine bir dizi 'pratik örnek' verilmektedir. 'Politik vakıflar'ın bu bağlamda 'diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları' en yetkili ağızlardan itiraf edilmektedir.
Ankara ve İstanbul'da şubeleri bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur: Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizm'in iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükümet sorunu değil, 'yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk devleti' olduğunu kanıtlamayı amaçlar.
Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir: A - 'Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak' ve buna paralel olarak 'Kürtçü gruplar' ile Almanya arasında köprü kurmak. B- 'Toplumun değişik katmanları ile siyasal İslamcıları biraraya getirmek' ve buna paralel olarak 'İslamcılar' ile Alman devleti arasında köprü kurmak. C- 'Alevilerin aşırı İslama karşı oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak.'
İkinci maddedeki etkinlikler, 'Türkiye'de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak' amacıyla, Almanya'da adı var, kendi yok 'federal sistem'i Türkiye'ye tanıtmayı hedefler. FDP'nin Friedrich Naumann Vakfı 'federalizmi tanıtma' çabalarını genelde Batı Anadolu'da yürütürken, Yeşiller'in Heinrich Böll Vakfı 'federal yönetimin nimetlerini' Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir.
Yeşiller'in bu vakfı şu sıralar, Türkiye'nin etnik çetelesini tutmakla meşgul ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi 'araştırma' enstitüleri ile ortak çalışmakta. SPD'nin Friedrich Ebert Vakfı da, daha 'global' bir yaklaşımla 'Türkiye'de sivil toplumun kurulabilmesi' için çaba gösterirken, daha çok 'ekonomi ağırlıklı diyalog arayışı'nda olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiye'de 'İslamı demokrasiyle barıştırmak' yolunda en kapsamlı projeler ise CDU'nun Konrad Adenauer Vakfı'nca yaşama geçiriliyor.
Vakıf ajandasının üçüncü maddesi 'yerli köprübaşları oluşturmayı' öngörür. Almanya'ya davet edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için ödenen Alman 'kalkındırma yardımı', bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak artırılmaktadır.
Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının farklılığından değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır.
Vakıfların tek merkezden yönetildiğine, birbirleriyle oldukça karışık ilişkiler içinde oldukları üzerine bir örnek verelim. Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye şefi, Alman ordusu kökenli Dr. Wulf Schönbohm, vakfın aylık dergisinin Ağustos 1997 sayısında, sekiz yıllık eğitim reformuna 'Türk ordusunun İslam düşmanlığı' derken Türkiye Cumhuriyeti'ni de, 'kuruluşundan günümüze İslamın inanç esaslarını ve dini duyguların belirtilmesini ezmek' ile suçlamıştır.
Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı'nın finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü'nün Müdürü Udo Steinbach'tır.
Daha önce Almanya'nın Paris'teki büyükelçiliğinde askeri ataşe olarak görev yapmıştır. 1971-1975 yıllarında 'Ortadoğu Masası' şefi olduğu Ebenhausen Vakfı'nın Alman dış istihbarat örgütü BND'ye yakınlığı bilinir.
Ülkemizdeki Alman vakıflarının programını en özlü ifade eden kişi sanırım Steinbach'tır. 15 Eylül 1998 günü Katolik kilisesine bağlı Lingen Akademisi'nin çağrısı üzerine verdiği 'İslamın Avrupa için önemi' konferansında şöyle demiştir: 'Sorun, Atatürk'ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını, Türkiye'de yaşanan Kürt-Türk, Müslüman/laik, Alevi/devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri şu güne kadar neden yok etmediler, bilinemez...' Alman devletinin finanse ettiği Steinbach'ın enstitüsünün Türkiye'de bağlantısı olmadığı Alman vakfı ya da 'araştırma kurumu' yoktur.
Örneğin Steinbach'ın elemanlarından 'Alevilik ve Kürtlük uzmanı' Heidi Wedel, hem SPD'nın Friedrich Ebert Vakfı ile yakın ilişkidedir, hem de Amneaty International adına Türkiye raporları hazırlar. Alman Doğu Enstitüsü'nün İstanbul şubesi bünyesinde 'Gazi Mahallesi araştırması'nı da yapmıştır. Bu enstitü, Türkiye'de çalışan tüm Alman vakıflarına 'bilimsel' yol göstericilik görevini üstlenmiştir.
CDU'nun Konrad Adenauer Vakfı, 'Türk gençlerinde dini yaşantı yoğunluğunu' ele alan son 'bilimsel' araştırmasında, Türk gençlerinin 'ezici çoğunluğunun, devletin Müslüman kadınların giyimine karışmasına karşı olduğu'nu kanıtlamış. Araştırmada, 'gerçek laikliğin türbana devlet dairelerinde, parlamentoda da izin vermesi gerektiği' savunuluyor. Frankfurter Allgemeine gazetesinin Ankara muhabiri Horst Bacia da bu araştırmaya gönderme yaparak Merve'yi savunurken, 'Kemalist fosiller'e de veryansın ediyor. Aynı gazetenin İstanbul, muhabiri Rainer Hermann da, Alman Doğu Enstitüsü'nün dergisi 'Orient'te, kimi hoca efendileri 'artık eskimiş Kemalizmin yerini alması gereken umut işaretleri' olarak övmektedir.
Merkezi Bonn'da olan ve kurucuları arasında Alman Federal Parlamento üyelerinin de bulunduğu Şeyh Said Vakfı'nın da (1996) çalışmaları doğrudan ülkemiz ile ilgilidir. Şu anda Türkiye'de şubesi olmayan vakıf, amaçlarını şöyle açıklamaktadır: 'Almanya'da yaşayan tüm Müslümanlara dini, sosyal ve kültürel hizmetler sağlamak... Kürt halkı ile Alman ve Avrupalı halklar arasında diyalogu geliştirmek... Kürdistan'daki savaş kurbanlarına destek sağlamak... Almanya'da yaşayan Kürtlerin yaşam standardının yükselmesi için çaba harcamak... Kürt çocukları ve gençleri için gençlik örgütleri kurmak...' Vakfın Başkanı Ali Homam Ghazi, 'Apo'nun Bonn temsilcisi' olarak tanınır. Daha önce sözü geçen Udo Steinbach'la da çok yakın ilişki içinde olduğu bilinir. Kurucu üyelerden Heinrich Lummer ise Alman Parlamentosu'nda CDU milletvekilliği ve Berlin İçişleri Senatörlüğü görevlerinde bulunmuştur. Şeyh Said Vakfı kurulmadan önce, 1995 yılında, Abdullah Öcalan ile ikili görüşmeler yapmıştır.
Almanya kökenli vakıflar, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ni dıştan ve içeriden kuşatmaya alma çabasında.
Tümü de, 'biz NGO'yuz' diyor. Ancak 'sivil toplum', 'küresel ekonomi' ve 'insan hakları' için uğraşı verdiklerini iddia ederken, 'Türk devletinin varlığı sorundur, Türk ulusu uyduruk bir yapıdır' da diyebiliyorlar. Hepsi de 'dost ve müttefik Almanya' hesabına çalışıyor. Söylev'deki 'Her tarafta ecnebi zabit ve memurları ve hususi adamları faaliyette...' sözlerini hep anımsamalıyız. Son olarak birkaç ay önce yine İstanbul'da Robert Bosch Vakfı'nın şubesi kuruldu. Bu son gelişmeden daha hiç kimsenin haberi yok."
Tamer Bacıoğlu, "Türkiye'de Alman Vakıflarının Marifetleri", Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.
Perşembe, Ağustos 06, 2009
aaah güzel istanbul
"Elveda Şarkın güzel ve ölümsüz kraliçesi!
Zaman bahtını, güzelliğini bozmadan değiştirsin ve
çocuklarım seni bir gün benim
seni gördüğüm ve terkettiğim aynı
delikanlı heyecanının sarhoşluğu içinde görebilsin"
(Edmondo de Amicis, İstanbul*)
Şehir nesneldir. En basit tanımıyla yaşanılan, hayat sürdürülen yer.Zaman bahtını, güzelliğini bozmadan değiştirsin ve
çocuklarım seni bir gün benim
seni gördüğüm ve terkettiğim aynı
delikanlı heyecanının sarhoşluğu içinde görebilsin"
(Edmondo de Amicis, İstanbul*)
Sokrat, bunu daha da anlamlandırarak, şehirlerin felsefenin yurdu olduğunu söylemiştir. Her ne kadar günümüzde gözardı edilmiş ve homojenliğini kaybetmiş olsa da felsefe ve şehir arasında bir symbiosis yani ortak yaşamın varlığı sözkonusudur. Bu anlamda şehirler, düşüncenin ve büyük kitle hareketlerinin merkezi, beyni konumundadır. Şehrin bu özelliği onu her daim dinamik tutar. Elbette bu, günümüzdeki "yerleşim birimi" tanımındaki şehirden daha ötebir mefhumdur.
Fakat bazı şehirler vardır ki, onlar bu nesnel yapılarından çok daha derin anlamlar kazanarak, kişiliğe bürünmüş ve öznelleşmişlerdir. Onlara artık sadece bir şehir gözüyle bakılmaz. Kimi zaman bir kadına benzetilir, kimi zaman gamsız bir yarene. Eşe, dosta, akrabaya: Hasılı insana. Konuşulur, sitem edilir, bir sevgiliyi özler gibi özlenilir.
İstanbul da bu şehirlerden biri. Efsanesi Hz. Süleyman'a kadar dayanan, adına yüzlerce, binlerce şey yazılmış, çizilmiş, söylenmiş güzellikler diyarı.
"Tarih değişmez, değişen tek şey kıyafetlerdir." diyordu İskender Pala bir konuşmasında. Öznelleşmiş bir şehrin kıyafetleri gibi. Ne kadar değişirse değişsin, dokusu, tavrı değişmeyen; köhneliği ve güzelliği, hatta trafik sorunu, kalabalığıyla, hep o aynı şehirdir İstanbul.
Atıf Yılmaz 1966'da çevirdiği "Ah Güzel İstanbul" filmiyle, yozlaşmayı, değişimi ve bir şehrin bozulduğu halde, nasıl hala umut kapısı olduğunu çok güzel anlatmış.
Sadri Alışık'ın kendine has uslubu, kullandığı yarı beyefendi yarı sokak ağzıyla olaylara bakış açısının yanında, silik silik de olsa İstanbul manzaraları olan filmi izlemenizi tavsiye ederim.
Haşmet... Seyyar Fotoğrafçı.
Filmin bu ilk karelerinde çok hoşuma giden bir de söz eder:
"Bizim memlekette şaşkınlık yaraşır delikanlıya..."
Ve şiir:
SEYYAR FOTOĞRAFÇI
Çek artık Osman Usta çek
Kapağı bir açışta
Şu bütün sabırsızlığımın resmini
Tam işte o dakikadayım
Hani o her şeyden her şeyden
Sıkıldığım dakikada
Başını şöyle tut diyorsun
Elime doğru bak
Hayır ben o yana bakamam
İstemiyorum öyle durmak
Nedir o öyle
Girecekmişim gibi bir işe
Bıktım usandım rötuştan pozdan
Az mı ezildim az mı büzüldüm
O öldüresiye nazlardan
O hep karşılıksız aşklarda
Bu olduğum gibi sade
Görünebildiğim kadar silik
Dakikada çekersin diye resmimi
Osman Usta bunun için seçtim seni
Deniz gibi sokak gibi ev gibi duracağım
Senin karşında istediğim yana bakarak
İşte öyle çek Osman Usta
Hani o bir bakışta
Halime hayran olarak
S. Aldanır
Hamiş:
* Edmondo de Amicis'in seyahatnamenin ötesindeki bu kitabı, kendi asrındaki İstanbul'u çok ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. Bir Batılının gözüyle şehrin kozmopolit, çok sesli ve çok renkli yapısını keyifle okuyabilirsiniz.
Bu vesileyle TTK'nın Temmuz'a kadar yaptığı %50 kitap indirimini Aralık'a kadar uzattığını belirtmekte fayda görüyorum.
Amicis'in kitabı da TTK yayınlarından çıkmakta. İnternet üzerinden rahatlıkla alabilirsiniz. Çok da ucuz.
Meraklılar için buradan...
Pazar, Temmuz 26, 2009
Osmanlıca Blog Dersleri 3
Kalın ve İnce Ünsüzler:
Bugünki 29 harfli Latin alfabemizde, Osmanlıca'da yer alan bazı kalın ve ince ünsüz harfler tek harfle ifade edilmektedir.
Bu harfleri şöyle sıralayabiliriz:
k -> ك (kef)
-> ق (kaf)
g-ğ -> ك (kef)
-> غ (gayın)
s -> ص (sad)
-> س (sin)
-> ث (se)
t -> ت (te)
-> ط (tı)
Bu harfler kalınlık ve inceliklerine göre, kelimeyi kalınlaştırır veya inceltir. Yani bir kelimeyi okumaya başlarken, sadece ilk harfi değil, peşinden gelen harfi de göz önünde bulundurursanız, yanlış okumaların önüne geçmiş olursunuz.
Bir örnek verelim:
AK ve EK kelimelerinin Osmanlıca yazılışlarını gördüğümüzde, ince ve kalın harflere bakarak okumamızı düzgün olarak yapabiliriz.
Şöyle ki:
اق -> AK
اك -> EK
not: Kef harfinden bahsetmişken, bu harfin üç türlü kullanımı olduğunu da eklemek gerekir. Fakat bu konuyu tek başına bir sonraki derste ele almak istiyorum.
Konuyu anlamamız için çeşitli kelimeler yazmakta fayda var:
Kural:
Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri bir tarafa koyarsak, Türkçe kelimelerde ط (tı) ve ص (sad) kalın harfleri yalnızca kelimenin başında yer alır. Kalın ünlülü kelimelerde iç sesi veren T ve S harfleri yazılırken ت (te) ve س (sin) harfleri kullanılır.
Kuralla ilgili örnekleri şöyle sıralayabiliriz:
Yani buradan şu sonucu da çıkarabiliriz: Eğer bir kelimenin baş harfi dışındaki harflerde ص (sad) veya ط (tı) varsa, bu o kelime Türkçe değil, muhtemelen Farsça veya Arapça kökenlidir.
Nazar-ı Dikkat:
Alfabemizdeki bu durum, zaman zaman bazı kelimeleri yanlış telaffuz etmemize sebep olmakta. Hatta bu yüzden galatlaşmış pekçok kelime de vardır. Osmanlıca bilgisi, kelimeleri doğru telaffuz etmemize de yardımcı olur.
Mesela ikâmet (اقامت) kelimesinde her ne kadar şapkalı a kullanıyor olsak da bu a inceltilerek okunmaz. Çünkü a'dan önceki k harfi, parantez içinde de belirtildiği gibi ك (kef) ile değil ق (kaf) ile yazılmaktadır.
Yani aslında "ikaamet" şeklinde yazılması daha doğru olurdu. Fakat bu şekilde kullanılıp kabul görmüştür.
Bu konudaki örnekleri çoğaltmak mümkün. Lakin sözü fazla uzatmaya gerek yok.
Hamiş: Osmanlıca derslerine ilgi gösterip, bunu mail veya yorumla belirten arkadaşlara da teşekkürler. Sayelerinde tembellikten sıyrılabiliyorum.
Bugünki 29 harfli Latin alfabemizde, Osmanlıca'da yer alan bazı kalın ve ince ünsüz harfler tek harfle ifade edilmektedir.
Bu harfleri şöyle sıralayabiliriz:
k -> ك (kef)
-> ق (kaf)
g-ğ -> ك (kef)
-> غ (gayın)
s -> ص (sad)
-> س (sin)
-> ث (se)
t -> ت (te)
-> ط (tı)
Bu harfler kalınlık ve inceliklerine göre, kelimeyi kalınlaştırır veya inceltir. Yani bir kelimeyi okumaya başlarken, sadece ilk harfi değil, peşinden gelen harfi de göz önünde bulundurursanız, yanlış okumaların önüne geçmiş olursunuz.
Bir örnek verelim:
AK ve EK kelimelerinin Osmanlıca yazılışlarını gördüğümüzde, ince ve kalın harflere bakarak okumamızı düzgün olarak yapabiliriz.
Şöyle ki:
اق -> AK
اك -> EK
not: Kef harfinden bahsetmişken, bu harfin üç türlü kullanımı olduğunu da eklemek gerekir. Fakat bu konuyu tek başına bir sonraki derste ele almak istiyorum.
Konuyu anlamamız için çeşitli kelimeler yazmakta fayda var:
Kural:
Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri bir tarafa koyarsak, Türkçe kelimelerde ط (tı) ve ص (sad) kalın harfleri yalnızca kelimenin başında yer alır. Kalın ünlülü kelimelerde iç sesi veren T ve S harfleri yazılırken ت (te) ve س (sin) harfleri kullanılır.
Kuralla ilgili örnekleri şöyle sıralayabiliriz:
Yani buradan şu sonucu da çıkarabiliriz: Eğer bir kelimenin baş harfi dışındaki harflerde ص (sad) veya ط (tı) varsa, bu o kelime Türkçe değil, muhtemelen Farsça veya Arapça kökenlidir.
Nazar-ı Dikkat:
Alfabemizdeki bu durum, zaman zaman bazı kelimeleri yanlış telaffuz etmemize sebep olmakta. Hatta bu yüzden galatlaşmış pekçok kelime de vardır. Osmanlıca bilgisi, kelimeleri doğru telaffuz etmemize de yardımcı olur.
Mesela ikâmet (اقامت) kelimesinde her ne kadar şapkalı a kullanıyor olsak da bu a inceltilerek okunmaz. Çünkü a'dan önceki k harfi, parantez içinde de belirtildiği gibi ك (kef) ile değil ق (kaf) ile yazılmaktadır.
Yani aslında "ikaamet" şeklinde yazılması daha doğru olurdu. Fakat bu şekilde kullanılıp kabul görmüştür.
Bu konudaki örnekleri çoğaltmak mümkün. Lakin sözü fazla uzatmaya gerek yok.
Hamiş: Osmanlıca derslerine ilgi gösterip, bunu mail veya yorumla belirten arkadaşlara da teşekkürler. Sayelerinde tembellikten sıyrılabiliyorum.
mihmanhane iktibas salonu
Efendim konağı büyütüyoruz.
Karanlık odadan sonra, okuduğum kitaplardan iktibasların yer aldığı yeni bir odamız daha oldu.
Buradan buyrun:
iktibas
Hayırlı ve dahi uğurlu olsun...
Karanlık odadan sonra, okuduğum kitaplardan iktibasların yer aldığı yeni bir odamız daha oldu.
Buradan buyrun:
iktibas
Hayırlı ve dahi uğurlu olsun...
Pazar, Temmuz 19, 2009
Cami mi Müze mi? (Kündekari Nedir)
Bir süredir kündekari* sanatı üzerine hazırlayacağım makale için fotoğraflar çekiyorum. Gelin görün ki bu sanatın en güzel örnekleri Osmanlı öncesi döneme ait olup, Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde.
Kündekari makalesi için önemli bir örnekse Bursa Ulucamii'nde bulunan minber. Bu minber, kündekarinin inceliklerinin yanı sıra, astronomiyle olan alakası açısından da ayrı bir öneme sahip.
Şöyle ki:
Minberin, mihraba bakan sol cephesinde güneş sistemi, sağ cephesinde ise galaksi sistemini rezmeden küre şeklinde kabartmalar yer almakta.
Öyle ki güneş sistemindeki gezegenler, sırasıyla konumlandırılmış ve büyüklükleri de orjinalinde olduğu gibi birbirinden farklı.
Yine ilginç bir başka noktaysa Plüton gezegeninin diğer gezegenlerle aynı açıya yerleştirilmemiş olması.
Yani 607 yıl öncesinin astronomi bilgisinin ne seviyede olduğunun güzel bir örneği.
Hatta bununla da yetinilmeyip, kündekari gibi yüksek geometri bilgisi gerektiren bir sanatla, üçgen bir cepheye adapte edilmesi de ayrı bir konu.
Minber yakın zamanda restorasyondan geçti. Bursa'ya gidip fotoğrafını çekmeye zaman bulamadığım için Fotoğrafçı Mustafa Demirbaş Beye rica ettim. Sağolsun onca projesinin arasında, Bursa'ya uğradığı bir vakitte minberin fotoğrafını çekti. Fakat kötü bir haber vererek.
Minberi camekan içine almışlar.
Türkiye'nin herhangi bir başka camiinde böyle bir uygulama gerçekleşmiş mi bilmiyorum ama, İstanbul'daki Selatin camilerinin hiç birinde böyle saçma bir şey yapıldığını görmedim.
Süleymaniye Camii'nin iddialı restorasyonu yakın zamanda sona erdirecek. Orada da böyle bir şey yapacaklarını sanmıyorum.
Amaç tarihi korumaksa, size, onlarca değil yüzlerce korunmaya muhtaç eser sayabilirim. Mahvolmuş, yıkılmaya yüz tutmuş ve VGM'nin Kültür Bakanlığının ilgisini beklemekteler. Önce oralarda incelik gösterilmeli. Bir caminin minberini kapatarak değil.
Camiler ibadet mekanlarıdır. Minber de bu mekanın parçası halini almıştır. Zaman içinde kazandığı fonksiyonu hepimiz bilmekteyiz. Bu yapılan neyin tedbiridir. Minbere zarar gelmemesi için yapılan bir şeymiş gibi düşünmek bana göre fazla iyi niyetli bir düşünce.
VGM'nin ibadet mekanları üzerinde böyle bir hakkı olmaması gerektiğini düşünüyorum. Zira Anadolu'nun her yerinde tarihi değeri olan bir çok cami bulunmakta ve biz öyle her şeyi camekanlar içine sokmaya kalkışırsak, camiler ibadet yerleri olmaktan çıkıp müzeler haline dönüşür ki yine tarimizde camiden müzeye tahvil edilmiş örnek bulunmaktadır.
Hem zaten, turistler de babalarının mekanı gibi girip çıkmaktalar camilere. Bu çok da yabancısı olduğumuz bir durum değil.
Tarihi eserlere ufacık bir tahribatta bulunulmasına bile çok üzülen ben, bu yapılanı anlayamadım. Anlamak istemiyorum. Ama mantıklı bir şekilde anlatmak isteyen varsa da dinlemeye hazırım.
Yine yanlış yerlerden başladık. Oysa ki yasaklar getirmek yerine, insanlara tarihi korumayı ve sevmeyi telkin eden, öğreten sosyal projeler ve ders programları uygulamak, daha kesin ve medeni bir çözüm olmaz mıydı?
-------------------------
*Künde farsça bir kelime olup, iri ve kalın ağaç anlamına gelir. Kündekar kıymetli ağaçları işleyen marangoz ve sedefçi; kündekârî, ince marangozluk ve sedefçilik anlamına gelir.
Daha geniş anlamıyla künde, kündekari tekniğiyle oyulup işlenen ağaçlara denilir.
Bu sanat, Selçuklular devrinde Anadolu'da gelişerek kendine has bir tarz almıştır.
Selçuklular bilhassa kapı, dolap kapağı, mihrapta bu tekniği çok ince işçiliklerle kullanmıştır.
Osmanlı döneminde ise daha sade bir şekil almıştır.
Künde, suyu düzgün olan ağaçların el pırandası ismi verilen özel bir rendeyle tespit edilmiş formlarda oyulması ve geçme (zıvana) tekniği adı verilen geometrik üslubu oluşturacak şekilde, küçük pek çok parçanın ana kirişe monte edilmesiyle meydana gelir.
Bu geometrik şekiller, hazırlanan taslaklar ve geometrik hesaplamalarla oluşturulur ve en önemlisi tutkal veya çivi kullanılmadan içiçe geçirilir. Hem sanat, hem hendese harikasıdırlar.
Sedef, fildişi kakma, oyma işçiliği ve farklı renklerdeki ahşap tablalarla estetik bir görünüm arz eden kündekari tekniği, kapılar, pencere ve dolap kapakları, vaiz kürsüsü, mihrap, çeşitli ahşap eşyalarda kullanılılmıştır.
Kündenin bir özelliği, değişik mevsim veya sıcaklık, nem oranlarında ağacın çalışmasına mani olmasıdır.
İç mekanlarda ceviz, şimşir, armut, kiraz, sapelli (maun) gibi ağaçlar; bezemelerde abanoz, tik, yılan ağacı, venğe, peleseng, sapelli (maun), altın varak, bağa (kaplumbağa dış kabuğu, deniz kaplumbağası), gümüş, fildişi, sedef, yakut ve zümrüt gibi degerli malzemeler kullanılır.
Dış mekanlarda meşe, sapelli (maun), ireko, tik, dişbudak gibi sert hava şartlarına dayanıklı agaçlar seçilir.
Kündekari makalesi için önemli bir örnekse Bursa Ulucamii'nde bulunan minber. Bu minber, kündekarinin inceliklerinin yanı sıra, astronomiyle olan alakası açısından da ayrı bir öneme sahip.
Şöyle ki:
Minberin, mihraba bakan sol cephesinde güneş sistemi, sağ cephesinde ise galaksi sistemini rezmeden küre şeklinde kabartmalar yer almakta.
Öyle ki güneş sistemindeki gezegenler, sırasıyla konumlandırılmış ve büyüklükleri de orjinalinde olduğu gibi birbirinden farklı.
Yine ilginç bir başka noktaysa Plüton gezegeninin diğer gezegenlerle aynı açıya yerleştirilmemiş olması.
Yani 607 yıl öncesinin astronomi bilgisinin ne seviyede olduğunun güzel bir örneği.
Hatta bununla da yetinilmeyip, kündekari gibi yüksek geometri bilgisi gerektiren bir sanatla, üçgen bir cepheye adapte edilmesi de ayrı bir konu.
Minber yakın zamanda restorasyondan geçti. Bursa'ya gidip fotoğrafını çekmeye zaman bulamadığım için Fotoğrafçı Mustafa Demirbaş Beye rica ettim. Sağolsun onca projesinin arasında, Bursa'ya uğradığı bir vakitte minberin fotoğrafını çekti. Fakat kötü bir haber vererek.
Minberi camekan içine almışlar.
Türkiye'nin herhangi bir başka camiinde böyle bir uygulama gerçekleşmiş mi bilmiyorum ama, İstanbul'daki Selatin camilerinin hiç birinde böyle saçma bir şey yapıldığını görmedim.
Süleymaniye Camii'nin iddialı restorasyonu yakın zamanda sona erdirecek. Orada da böyle bir şey yapacaklarını sanmıyorum.
Amaç tarihi korumaksa, size, onlarca değil yüzlerce korunmaya muhtaç eser sayabilirim. Mahvolmuş, yıkılmaya yüz tutmuş ve VGM'nin Kültür Bakanlığının ilgisini beklemekteler. Önce oralarda incelik gösterilmeli. Bir caminin minberini kapatarak değil.
Camiler ibadet mekanlarıdır. Minber de bu mekanın parçası halini almıştır. Zaman içinde kazandığı fonksiyonu hepimiz bilmekteyiz. Bu yapılan neyin tedbiridir. Minbere zarar gelmemesi için yapılan bir şeymiş gibi düşünmek bana göre fazla iyi niyetli bir düşünce.
VGM'nin ibadet mekanları üzerinde böyle bir hakkı olmaması gerektiğini düşünüyorum. Zira Anadolu'nun her yerinde tarihi değeri olan bir çok cami bulunmakta ve biz öyle her şeyi camekanlar içine sokmaya kalkışırsak, camiler ibadet yerleri olmaktan çıkıp müzeler haline dönüşür ki yine tarimizde camiden müzeye tahvil edilmiş örnek bulunmaktadır.
Hem zaten, turistler de babalarının mekanı gibi girip çıkmaktalar camilere. Bu çok da yabancısı olduğumuz bir durum değil.
Tarihi eserlere ufacık bir tahribatta bulunulmasına bile çok üzülen ben, bu yapılanı anlayamadım. Anlamak istemiyorum. Ama mantıklı bir şekilde anlatmak isteyen varsa da dinlemeye hazırım.
Yine yanlış yerlerden başladık. Oysa ki yasaklar getirmek yerine, insanlara tarihi korumayı ve sevmeyi telkin eden, öğreten sosyal projeler ve ders programları uygulamak, daha kesin ve medeni bir çözüm olmaz mıydı?
-------------------------
*Künde farsça bir kelime olup, iri ve kalın ağaç anlamına gelir. Kündekar kıymetli ağaçları işleyen marangoz ve sedefçi; kündekârî, ince marangozluk ve sedefçilik anlamına gelir.
Daha geniş anlamıyla künde, kündekari tekniğiyle oyulup işlenen ağaçlara denilir.
Bu sanat, Selçuklular devrinde Anadolu'da gelişerek kendine has bir tarz almıştır.
Selçuklular bilhassa kapı, dolap kapağı, mihrapta bu tekniği çok ince işçiliklerle kullanmıştır.
Osmanlı döneminde ise daha sade bir şekil almıştır.
Künde, suyu düzgün olan ağaçların el pırandası ismi verilen özel bir rendeyle tespit edilmiş formlarda oyulması ve geçme (zıvana) tekniği adı verilen geometrik üslubu oluşturacak şekilde, küçük pek çok parçanın ana kirişe monte edilmesiyle meydana gelir.
Bu geometrik şekiller, hazırlanan taslaklar ve geometrik hesaplamalarla oluşturulur ve en önemlisi tutkal veya çivi kullanılmadan içiçe geçirilir. Hem sanat, hem hendese harikasıdırlar.
Sedef, fildişi kakma, oyma işçiliği ve farklı renklerdeki ahşap tablalarla estetik bir görünüm arz eden kündekari tekniği, kapılar, pencere ve dolap kapakları, vaiz kürsüsü, mihrap, çeşitli ahşap eşyalarda kullanılılmıştır.
Kündenin bir özelliği, değişik mevsim veya sıcaklık, nem oranlarında ağacın çalışmasına mani olmasıdır.
İç mekanlarda ceviz, şimşir, armut, kiraz, sapelli (maun) gibi ağaçlar; bezemelerde abanoz, tik, yılan ağacı, venğe, peleseng, sapelli (maun), altın varak, bağa (kaplumbağa dış kabuğu, deniz kaplumbağası), gümüş, fildişi, sedef, yakut ve zümrüt gibi degerli malzemeler kullanılır.
Dış mekanlarda meşe, sapelli (maun), ireko, tik, dişbudak gibi sert hava şartlarına dayanıklı agaçlar seçilir.
Pazartesi, Temmuz 13, 2009
Fransa'daki İlk Daimi Türk Elçimiz ve Maceraları
Yıllar sonra Churchill'ın "menfaatlerin olduğu yerde herkes kardeştir" sözünü sarfedeceği kadar ince bir siyaset ve diplomasi örneği veren Avrupa devletleri, 16. yüzyılda Türkiye'de daimi elçilikler kurmuşken, Osmanlı devleti, ta ki III. Selim devrinde, değişen dengelere ayak uydurabilmek adına daimi elçiliklere karar verdi.
Böylece diplomaside yeni bir devir açılmış, bu da muvazene siyasetinin başlangıcını oluşturmuştu. Ne var ki yeni fikirleri tatbik etmek kolay olmamış, uzun bir dönem Osmanlı siyasetçilerinin tabiri caizse "diplomat ağzı satarken" yüzlerinin kızarması kendilerini ele vermiştir.
Daimi elçiliklere tayin de ayrı bir meseledir: Bu dönemde, yabancı ülkelerdeki her çeşit vazife, üstü kapalı bir şekilde gözden düşmenin işareti olarak telakki edilmekteydi. Nitekim bu hizmet sebebiyle, kafirlerle yaşamaya, onlarla münasebet kurmaya, onların ülkelerinde oturmaya mecbur olunacaktı.
Gelelim ilk daimi Fransız elçimize:
1792 yılında İngiltere'ye gönderilen Yusuf Agah Efendiden sonra, 1797 yılında Moralı es-Seyyid Ali Efendi Fransa elçiliğine tayin olunur. Gayet zeki, cevval ve yumuşak huylu biri olan Ali Efendinin hayatının bundan sonrası adeta maceradan maceraya sürüklenerek devam etmiştir. (gerçekten de ayrı bir hikaye)
Ali Efendi, 52 gün süren Fransa yolculuğunun ayrıntılarını ve orada geçirdiği günleri sefaretnamesinde anlatmaktadır. Küçük yaşından itibaren maliye kaleminde yetişmiş, Osmanlı usul ve erkanını bilen bir adamın, hiç tanımadığı, bilmediği ve yukarıda yazdığım gibi biraz da hafife aldığı Avrupa'ya bakış açısı elbette ilginçtir.
Maiyetindeki mihmandarı Cauincourt, bir Türk katibi, iki Rum tercüman, kahya görevini üstlenen bir ağa, bir oda uşağı ve on üç hizmetkarı ile birlikte 1797 Mart’ı sonlarında İstanbul’dan ayrılır. Marsilya’ya kadar gemiyle gidecek, karantina müddetini orada tamamladıktan sonra, karadan Paris’e ulaşılacaktır.
Elbette bu karantina meselesi Ali Efendiyi biraz incitmekle beraber, Fransız yetkililerin, bunun gerekli bir prosedür olduğu, aşağılayıcı bir durum bulunmadığı yönündeki açıklamalarını yazmaktan da geri kalmaz.
Sıkıcı geçen karantina süresinin nihayetinde Marsilya’ya varılır. Burada resmi üniformalı pek çok ileri gelen ve büyük bir halk kitlesi onu merasimlerle karşılarlar. Ali Efendi bu arada Marsilya gazetelerinin abartılı haberleri ile alay etmektedir: “Cüz’i ihtişam gördüklerinde taaccüpleri hadden fazla idi ki, kulunuz yevm-i mezkurda tepesi elmaslıca bir bıçak takınmıştım, gazetelerinde bil-cümle libasımız elmasla murassa imüş deyü tahrir ve neşir ettiler.”
Böylece Ali Efendi Fransız magazin dünyasının eğlencesi halini almış, 55 yıldır üzerine ilk kez bu topraklara teşrif eden bir Osmanlı elçisine olan rağbetten faydalananlar için gelir kapısına dönüşmüştür.
Geçtiği şehirlerin halkına bi-edep der. Fakat mesela Vienne halkı “mu’tedil ve edebli” dir. Bu kanaatte, şehrin belediye başkanının bizzat kendi evini hazırlatıp sefiri burada ağırlamasının payı olsa gerek. Adına verilen yemekte Ali Efendi: “vükela yanında nisvân-ı melâhat-peyra” ile yemek yemelerine oldukça şaşırdığını kaydeder.
Oradan Lyon şehrine geçilir. Haberi alan halk merasim günü meydanları doldurmuştur. Öyle ki Ali Efendi’nin belirttiğine göre “seyircinin add ü hasrı olmayub zukaklar mâlamâl olduğundan" yarım saatlik mesafeyi ancak iki saatte kat ederler. Daha sonra ise kaldığı konak ziyaretçilerle o kadar dolar ki Ali Efendi bunu “düğün evine döndü” şeklinde ifade eder.
Lyon'da dikkatini çeken bir başka şeyse, kütüphanelerin kadın ile "malamal" olmasıdır.
Cylon şehrinin de edepsizliğini dile getiren elçimiz, bulunduğu evin "hamam-ı zenane" döndüğünden yakınarak, ne yaptıysa bu insanları başından defedemediğini anlatır.
Fotainebleau şehrinde eski kral saraylarını gezerken, kraliçelerden birinin Osmanlı hanım sultanlarının sarayına benzeterek yaptığını iddia ettikleri bir köşk için kendisine “ hanım sultanların sarayına benziyor mu?” diye sormaları üzerine hiddetlenerek "biz onların sarayının içini nasıl bilebiliriz?" şeklinde cevap verip “ ulüvv-ı şan-ı saltanat-ı seniyyeye ” münasib sorular sorulmasını ister.
Ali Efendi, gelişinin dördüncü haftasında adeta “Paris’in Kralı” olmuştur. Öyle ki Parisliler onun her türlü hareketinden etkileniyorlar, konağının olduğu sokak onu görmek isteyenlerle dolup taşıyordu.
Ali Efendi’ye olan ilgi çok fazla olduğundan her gittiği yer insan akınına uğruyordu. Bunu fark eden tiyatro ve bahçe sahipleri, elçi adına geceler tertib ederek bir hayli para kazanmaktaydılar. Şerefine verilen her eğlencenin fiyatı bir iki misline katlanıyordu.
Ali Efendi’nin bütün bu eğlenceler içinde en çok tiyatro hoşuna gitmişti.
Komedyayı şöyle tarif eder:
"Komedya demek müferrih oyun demek olub trajedya mihnetli olan menâkib misalleridir.”
Hatta sefaretnamesinde Voltaire’in bir trajedyasından üç sayfa boyunca bahseder ve oyunun son sahnesinde bütün kahramanların ölmesinden dolayı “ komedyanın derûnu matemhaneye dönüb, Fransızların kimisi ağlar, kimisi inler olmalarıyla ârızı bir sehlet hâdis olmuştur ki vasfında kalem âciz-i beste-i rakamdır”, diyerek bu manzarayı vasfetmekteki acziyetini dile getirir.
Ali Efendi’nin en çok garibine giden olaylardan biri de Odeon Tiyatrosu’nda davetli olduğu bir törende konservatuarı başarıyla bitiren genç öğrencilere mükafat verilmesi sırasında cereyan eder. İçişleri bakanı başarılı erkek ve kız öğrencilere sahnede ödüllerini verirken onları öper. Ali Efendi için bu çok garip bir davranıştır ve bunu şöyle ifade eder: “İsbât-ı fen ve hüner edenleri defter mucibince davet ve alâmeinnas (herkesin gözü önünde) duhter ve gulâmları ( kız ve erkekleri) takbil ederek (öperek) Cumhur tarafından bir hediye i’tâ eyledi.”
Paris’te elçiye olan ilgi ve alaka o kadar artmıştır ki, Türk usulü başlık, türban şekli şapkalar, Türk usulü elbise ve odalık giysileri günün moda kıyafetleri haline gelmişti. Kadınlar elçinin ilgisini çekebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar, gazeteler ise Ali Efendi’yle görüşebilen “şanslı kadınlar” ı liste halinde sayfalarına taşıyorlardı.
Burada ayrıca Seyyid Ali Efendi’nin giriştiği siyasi olaylardan da bahsetmek gerekir:
Ali Efendi kendisi için gerçekten şanssız bir dönemde elçi olmuştu. Zira Talleyrand gibi kurnaz bir politikacıyla karşı karşıyadır. Bunun yanında ilk daimi elçi olduğundan, protokol için gerekli bilgilere sahip değildi. Ayrıca Bâb-ı Ali ile istediği gibi haberleşme sağlayamıyordu.
Bütün bu problemlere daha sonra Mısır meselesi de eklenecekti.
Ali Efendi tarafından daha önce hükümete sunulan nâme-i hümâyûn, asıl gayenin iki ülke arasında ciddi ticari ilişkiler tesisi ve kapitülasyonları yenilemek olduğunu göstermektedir.
Bu arada Napolyon Bonaparte, muzaffer olarak ve Avustralyalıları barışa mecbur ederek Paris’e gelir.
Artık Seyyid Ali Efendi unutulmuş, Paris semalarının yeni yıldızı General Bonaparte olmuştu.
Onun dönüşü şerefine Talleyrand’ın 3 ocak 1798’de verdiği ziyafette Ali Efendi de bulunmuş, hatta Bonaparte ile samimi bir şekilde kolkola bile girmişti. Sefaretnamesinde bu baloyu uzun uzun anlatan Ali Efendi davete katılan kadın ve erkeklerin, hele hele devlet büyüklerinin 5 direktör önünde dans etmelerini hayretle izlemiş ve şöyle ilave etmişti: ” Bunlarda raks marifetten olub ayıb ve ardan değildir.” Daha sonra adet üzere “ her bir adamın bir kadının eline yapışıp” sofraya tevcih ettiklerini ve de bu sofraya erkeklerin oturmayıp ayakta, kadınların verdikleri yiyecekleri yediklerini kaydeder.
Eğer yeni bir hareket yapmazsa İtalya’da kazandığı zaferlerin ortaya çıkardığı büyülü havanın bozulacağından korkan Bonaparte, Avusturya’da imzalanan barıştan biraz önce Mısır Seferi düşüncesini Talleyrand’a açmıştı. Esasen Ali Efendi Paris’te büyük gösterilerle karşılandığı günlerde iki adam Mısır Seferi düşüncesinde çoktan anlaşmışlardı.
Donanma hazırlığına girişildiği ülkede duyulduğu halde, seferin nereye yapılacağı uzun süre kestirilememişti. Herkes kendine göre fikirler söylerken Ali Efendi, donanmanın Sicilya Adası’na veya Cebelitarık’a gönderilebileceğini muhtemel görüyordu.
Bir görevi de Osmanlı elçisini aldatmak olan Talleyrand, Directouire hükümetinin Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmak niyetinde olmadığını , kat’i bir dille beyan etti.
Onun bu beyanı Seyyid Ali Efendi’yi tatmine kafi gelmiştir.
Kısa bir süre sonra, Bonaparte’in Malta Adası’nı zaptettiği haberi gelince elçinin içi rahatlamış ve durumu Bab-ı Ali’ye ileterek, “ herkese memnuniyet hasıl olduğunu” ilave etmişti. Osmanlı Elçisi’nin memnuniyeti uzun sürmedi. Zira Temmuz ortalarında, Viyana’daki meslekdaşı İbrahim Afif Efendi’nin hususi kuryesi, ona Bab-ı Ali’den bir talimat getirdi. Bunda, Mısır Seferi meselesinin Dışişleri Bakanı’na tekrar sorulması isteniyordu. Bu talimata uyan Ali Efendi Talleyrand’la görüşmüş ve Bonaparte’in korsan yatağı olan Malta’yı ele geçirmekten başka bir niyeti olmadığı cevabını almıştı.
Talleyrand, onu öyle gerçekçi bir şekilde ikna etmiştir ki olaydan bir ay sonra bile, Doğu Akdeniz’de cereyan eden vakalardan habersizdir.
Seyyid Ali Efendi’nin gafleti III. Selim’i çok kızdırmış; hatta padişah onun, bir tehlike olmadığını beyan eden tahriratı üzerine: “ ne eşek herifmiş” diye yazmaktan kendini alamamıştı.
III. Selim kızmakta haksız değildi. Zira, General Bonaparte donanmayla Mısır kıyılarına getirdiği ordusunu 1 Temmuz’da İskenderiyye yakınına çıkarmış, Seyyid Ali Efendi’nin Talleyrand’la mülakat yaptığı günün ertesi de Kahire’ye girmişti.
İstanbul’a Mısır çıkartması haberinin hemen akabinde Fransız Sefiri Ruffin maiyetiyle birlikte Yedikule zindanlarına kapatılır. Bu hadiseden kısa bir süre sonra Talleyrand tarafından mülakata çağırılan Ali Efendiye hapsolunmayacağı açıklansa da Fransa'dan dönememek kendisi için bir hapis hayatı sayılmaktadır.
Artık Ali Efendi, davetlere icabet etmiyordu. Hatta Talleyrand’ın bir akşam yemeği davetini reddetmesi, istenen etkiyi göstermekte gecikmemiş ve bir gazeteci dokunaklı bir şekilde “Ey Avrupa milleti, bizim nasıl bir millet olduğumuzu anlayınız! ” diye yazmaktan kendini alamamıştı.
Artık Seyyid Ali Efendi’nin “Eski Osmanlı Elçisi” olarak mecburi ikameti 3,5 yıl sürmüştü.
Mısır çıkarması Osmanlı tarafından haber alınınca, III. Selim hemen savaşa girişmek yerine zaman kazanmak için çeşitli tedbirler almıştı. Diğer taraftan Bonaparte’in Malta’yı zaptedip, Mısır’ı istila etmeye kalkışması İngiltere ve Rusya’nın menfaatlerine ters düşmekteydi. Bu da, Fransa karşısında; Osmanlı, İngiliz, Rus Devletlerini, menfaatleri yönünden bir araya getirmiş oluyordu. Nitekim İngiliz donanması ( 1 Ağustos 1798 ) Ebukır’da Fransa donanmasını yenerek çok büyük zarar verdi. Bu yenilgiden sonra Osmanlı İmparatorluğu, 2 Eylül 1798’de Fransa’ya resmen savaş ilan etti. Takip eden aylarda da Rusya ve İngiltere ile ittifak antlaşmaları yapmıştı. Bu antlaşmaların en önemli özelliği; Osmanlı İmparatorluğunun bu tarihe kadar Avrupa Devletleri karşısında izlediği yalnızcılık siyasetini terkedip, bundan böyle ittifak siyasetine girişmiş olmasıdır.
Yapılan savaşlar sonunda, Napolyon başarısızlığa uğradı ve gizlice Fransa’ya döndü (Eylül 1799). Seyyid Ali Efendi, bu olaya gerçekten çok sevinmiştir. Nitekim sefaretnamesinde; idarenin beş direktörü için : “ madde-i fitne ve hıyanet ve mâye-i mel’anet ve şeytânet” kişiler olarak söz etmektedir.
Osmanlı Devleti’nin iki müttefiki olan Rusya ve İngiltere ile barış görüşmelerinin başladığı bir sırada, Talleyrand Osmanlı Devleti’yle de bir barış yapmak için kolları sıvar. 3 yıl önce sefer hazırlandığı esnada Ali Efendi’yi nasıl kandırdıysa, 1801’de avantajlı barış şartları elde etmek için yine aynı başvuran Talleyrand bu defa da başarılı olur.
Ancak barış görüşmelerine memur kılınan Seyyid Ali Efendi ile yapılan müzakereler sonucunda hazırlanan senet, 9 Ekim 1801’de Bâb-ı Ali tarafından tasdik olunmadı. Ali Efendi, kötü bir anlaşmaya imza attığından Osmanlı hükümetine küçük düştüğü gibi, Fransa hükümeti nezrinde de itibarını kaybetmişti. Aynı zamanda barış antlaşması esaslarının müzakeresinde faal rol oynayan baş tercümanının Fransa adına casusluk yaptığı da Bâb-ı Ali tarafından öğrenilmişti. Seyyid Ali Efendi ise, baş tercümanının ihanetini sezememiş, aksine onun mükafatlandırılmasını Bâb-ı Ali’ye teklif etmişti. Bu hususları göz önünde bulunduran Padişah III. Selim, Fransa ile barış müzakereleri için, başka birini vazifelendirmeyi uygun gördü ve Amedi Mehmed Said Gâlib Efendi Paris’e gönderildi. Artık Seyyid Ali Efendi’nin diplomatik görevi sona ermişti ve geri çağırılmıştı.
Nihayet 16 Temmuz 1802’de dönüş yolculuğu başlar. Bu kez elçinin mahiyetinde çok az kişi vardır ve geçtiği şehirlerde de büyük törenler yapılmamıştır. Macaristan ve Erdel yoluyla Bükreş’e gelen Ali efendi, Silistre’den Osmanlı Ülkesi’ne ayak bastığında, duygularını şöyle ifade etmektedir: “ Nihayet Silistre kentine geldik ve çok zamandan beri görmeyi arzu ettiğimiz ve özlediğimiz cami ve minarelerin yüzünü görmekle gözümüz nurlandı.”
Osmanlı Devleti’nin ilk Paris ikamet elçisi, iyi niyet sahibi olmakla beraber, kendisinde bir diplomatta aranılan vasıflar bulunmamaktaydı. Mısır Seferi hazırlanışı ve icrası boyunca Seyyid Ali Efendi’nin Talleyrand tarafından aldatılması, baş tercümanı Codrika’nın iki yüzlülüğünü fark edemeyişi de bunu desteklemektedir. Seyyid Ali Efendi elçilik vazifesinde ve daha sonra barış müzakerelerine memuriyetinde başarı sağlayamamıştır. Bunda onun siyasi tecrübesizliği, hiç şüphesiz başlıca sebeptir. Karşısına Talleyrand gibi en usta diplomatlardan birinin bulunması da, daha önce belirttiğim gibi Seyyid Ali Efendi için bir talihsizlik olmuştur.
Kaynaklar:
Böylece diplomaside yeni bir devir açılmış, bu da muvazene siyasetinin başlangıcını oluşturmuştu. Ne var ki yeni fikirleri tatbik etmek kolay olmamış, uzun bir dönem Osmanlı siyasetçilerinin tabiri caizse "diplomat ağzı satarken" yüzlerinin kızarması kendilerini ele vermiştir.
Daimi elçiliklere tayin de ayrı bir meseledir: Bu dönemde, yabancı ülkelerdeki her çeşit vazife, üstü kapalı bir şekilde gözden düşmenin işareti olarak telakki edilmekteydi. Nitekim bu hizmet sebebiyle, kafirlerle yaşamaya, onlarla münasebet kurmaya, onların ülkelerinde oturmaya mecbur olunacaktı.
Gelelim ilk daimi Fransız elçimize:
1792 yılında İngiltere'ye gönderilen Yusuf Agah Efendiden sonra, 1797 yılında Moralı es-Seyyid Ali Efendi Fransa elçiliğine tayin olunur. Gayet zeki, cevval ve yumuşak huylu biri olan Ali Efendinin hayatının bundan sonrası adeta maceradan maceraya sürüklenerek devam etmiştir. (gerçekten de ayrı bir hikaye)
Ali Efendi, 52 gün süren Fransa yolculuğunun ayrıntılarını ve orada geçirdiği günleri sefaretnamesinde anlatmaktadır. Küçük yaşından itibaren maliye kaleminde yetişmiş, Osmanlı usul ve erkanını bilen bir adamın, hiç tanımadığı, bilmediği ve yukarıda yazdığım gibi biraz da hafife aldığı Avrupa'ya bakış açısı elbette ilginçtir.
Maiyetindeki mihmandarı Cauincourt, bir Türk katibi, iki Rum tercüman, kahya görevini üstlenen bir ağa, bir oda uşağı ve on üç hizmetkarı ile birlikte 1797 Mart’ı sonlarında İstanbul’dan ayrılır. Marsilya’ya kadar gemiyle gidecek, karantina müddetini orada tamamladıktan sonra, karadan Paris’e ulaşılacaktır.
Elbette bu karantina meselesi Ali Efendiyi biraz incitmekle beraber, Fransız yetkililerin, bunun gerekli bir prosedür olduğu, aşağılayıcı bir durum bulunmadığı yönündeki açıklamalarını yazmaktan da geri kalmaz.
Sıkıcı geçen karantina süresinin nihayetinde Marsilya’ya varılır. Burada resmi üniformalı pek çok ileri gelen ve büyük bir halk kitlesi onu merasimlerle karşılarlar. Ali Efendi bu arada Marsilya gazetelerinin abartılı haberleri ile alay etmektedir: “Cüz’i ihtişam gördüklerinde taaccüpleri hadden fazla idi ki, kulunuz yevm-i mezkurda tepesi elmaslıca bir bıçak takınmıştım, gazetelerinde bil-cümle libasımız elmasla murassa imüş deyü tahrir ve neşir ettiler.”
Böylece Ali Efendi Fransız magazin dünyasının eğlencesi halini almış, 55 yıldır üzerine ilk kez bu topraklara teşrif eden bir Osmanlı elçisine olan rağbetten faydalananlar için gelir kapısına dönüşmüştür.
Geçtiği şehirlerin halkına bi-edep der. Fakat mesela Vienne halkı “mu’tedil ve edebli” dir. Bu kanaatte, şehrin belediye başkanının bizzat kendi evini hazırlatıp sefiri burada ağırlamasının payı olsa gerek. Adına verilen yemekte Ali Efendi: “vükela yanında nisvân-ı melâhat-peyra” ile yemek yemelerine oldukça şaşırdığını kaydeder.
Oradan Lyon şehrine geçilir. Haberi alan halk merasim günü meydanları doldurmuştur. Öyle ki Ali Efendi’nin belirttiğine göre “seyircinin add ü hasrı olmayub zukaklar mâlamâl olduğundan" yarım saatlik mesafeyi ancak iki saatte kat ederler. Daha sonra ise kaldığı konak ziyaretçilerle o kadar dolar ki Ali Efendi bunu “düğün evine döndü” şeklinde ifade eder.
Lyon'da dikkatini çeken bir başka şeyse, kütüphanelerin kadın ile "malamal" olmasıdır.
Cylon şehrinin de edepsizliğini dile getiren elçimiz, bulunduğu evin "hamam-ı zenane" döndüğünden yakınarak, ne yaptıysa bu insanları başından defedemediğini anlatır.
Fotainebleau şehrinde eski kral saraylarını gezerken, kraliçelerden birinin Osmanlı hanım sultanlarının sarayına benzeterek yaptığını iddia ettikleri bir köşk için kendisine “ hanım sultanların sarayına benziyor mu?” diye sormaları üzerine hiddetlenerek "biz onların sarayının içini nasıl bilebiliriz?" şeklinde cevap verip “ ulüvv-ı şan-ı saltanat-ı seniyyeye ” münasib sorular sorulmasını ister.
Ali Efendi, gelişinin dördüncü haftasında adeta “Paris’in Kralı” olmuştur. Öyle ki Parisliler onun her türlü hareketinden etkileniyorlar, konağının olduğu sokak onu görmek isteyenlerle dolup taşıyordu.
Ali Efendi’ye olan ilgi çok fazla olduğundan her gittiği yer insan akınına uğruyordu. Bunu fark eden tiyatro ve bahçe sahipleri, elçi adına geceler tertib ederek bir hayli para kazanmaktaydılar. Şerefine verilen her eğlencenin fiyatı bir iki misline katlanıyordu.
Ali Efendi’nin bütün bu eğlenceler içinde en çok tiyatro hoşuna gitmişti.
Komedyayı şöyle tarif eder:
"Komedya demek müferrih oyun demek olub trajedya mihnetli olan menâkib misalleridir.”
Hatta sefaretnamesinde Voltaire’in bir trajedyasından üç sayfa boyunca bahseder ve oyunun son sahnesinde bütün kahramanların ölmesinden dolayı “ komedyanın derûnu matemhaneye dönüb, Fransızların kimisi ağlar, kimisi inler olmalarıyla ârızı bir sehlet hâdis olmuştur ki vasfında kalem âciz-i beste-i rakamdır”, diyerek bu manzarayı vasfetmekteki acziyetini dile getirir.
Ali Efendi’nin en çok garibine giden olaylardan biri de Odeon Tiyatrosu’nda davetli olduğu bir törende konservatuarı başarıyla bitiren genç öğrencilere mükafat verilmesi sırasında cereyan eder. İçişleri bakanı başarılı erkek ve kız öğrencilere sahnede ödüllerini verirken onları öper. Ali Efendi için bu çok garip bir davranıştır ve bunu şöyle ifade eder: “İsbât-ı fen ve hüner edenleri defter mucibince davet ve alâmeinnas (herkesin gözü önünde) duhter ve gulâmları ( kız ve erkekleri) takbil ederek (öperek) Cumhur tarafından bir hediye i’tâ eyledi.”
Paris’te elçiye olan ilgi ve alaka o kadar artmıştır ki, Türk usulü başlık, türban şekli şapkalar, Türk usulü elbise ve odalık giysileri günün moda kıyafetleri haline gelmişti. Kadınlar elçinin ilgisini çekebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar, gazeteler ise Ali Efendi’yle görüşebilen “şanslı kadınlar” ı liste halinde sayfalarına taşıyorlardı.
Burada ayrıca Seyyid Ali Efendi’nin giriştiği siyasi olaylardan da bahsetmek gerekir:
Ali Efendi kendisi için gerçekten şanssız bir dönemde elçi olmuştu. Zira Talleyrand gibi kurnaz bir politikacıyla karşı karşıyadır. Bunun yanında ilk daimi elçi olduğundan, protokol için gerekli bilgilere sahip değildi. Ayrıca Bâb-ı Ali ile istediği gibi haberleşme sağlayamıyordu.
Bütün bu problemlere daha sonra Mısır meselesi de eklenecekti.
Ali Efendi tarafından daha önce hükümete sunulan nâme-i hümâyûn, asıl gayenin iki ülke arasında ciddi ticari ilişkiler tesisi ve kapitülasyonları yenilemek olduğunu göstermektedir.
Bu arada Napolyon Bonaparte, muzaffer olarak ve Avustralyalıları barışa mecbur ederek Paris’e gelir.
Artık Seyyid Ali Efendi unutulmuş, Paris semalarının yeni yıldızı General Bonaparte olmuştu.
Onun dönüşü şerefine Talleyrand’ın 3 ocak 1798’de verdiği ziyafette Ali Efendi de bulunmuş, hatta Bonaparte ile samimi bir şekilde kolkola bile girmişti. Sefaretnamesinde bu baloyu uzun uzun anlatan Ali Efendi davete katılan kadın ve erkeklerin, hele hele devlet büyüklerinin 5 direktör önünde dans etmelerini hayretle izlemiş ve şöyle ilave etmişti: ” Bunlarda raks marifetten olub ayıb ve ardan değildir.” Daha sonra adet üzere “ her bir adamın bir kadının eline yapışıp” sofraya tevcih ettiklerini ve de bu sofraya erkeklerin oturmayıp ayakta, kadınların verdikleri yiyecekleri yediklerini kaydeder.
Eğer yeni bir hareket yapmazsa İtalya’da kazandığı zaferlerin ortaya çıkardığı büyülü havanın bozulacağından korkan Bonaparte, Avusturya’da imzalanan barıştan biraz önce Mısır Seferi düşüncesini Talleyrand’a açmıştı. Esasen Ali Efendi Paris’te büyük gösterilerle karşılandığı günlerde iki adam Mısır Seferi düşüncesinde çoktan anlaşmışlardı.
Donanma hazırlığına girişildiği ülkede duyulduğu halde, seferin nereye yapılacağı uzun süre kestirilememişti. Herkes kendine göre fikirler söylerken Ali Efendi, donanmanın Sicilya Adası’na veya Cebelitarık’a gönderilebileceğini muhtemel görüyordu.
Bir görevi de Osmanlı elçisini aldatmak olan Talleyrand, Directouire hükümetinin Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmak niyetinde olmadığını , kat’i bir dille beyan etti.
Onun bu beyanı Seyyid Ali Efendi’yi tatmine kafi gelmiştir.
Kısa bir süre sonra, Bonaparte’in Malta Adası’nı zaptettiği haberi gelince elçinin içi rahatlamış ve durumu Bab-ı Ali’ye ileterek, “ herkese memnuniyet hasıl olduğunu” ilave etmişti. Osmanlı Elçisi’nin memnuniyeti uzun sürmedi. Zira Temmuz ortalarında, Viyana’daki meslekdaşı İbrahim Afif Efendi’nin hususi kuryesi, ona Bab-ı Ali’den bir talimat getirdi. Bunda, Mısır Seferi meselesinin Dışişleri Bakanı’na tekrar sorulması isteniyordu. Bu talimata uyan Ali Efendi Talleyrand’la görüşmüş ve Bonaparte’in korsan yatağı olan Malta’yı ele geçirmekten başka bir niyeti olmadığı cevabını almıştı.
Talleyrand, onu öyle gerçekçi bir şekilde ikna etmiştir ki olaydan bir ay sonra bile, Doğu Akdeniz’de cereyan eden vakalardan habersizdir.
Seyyid Ali Efendi’nin gafleti III. Selim’i çok kızdırmış; hatta padişah onun, bir tehlike olmadığını beyan eden tahriratı üzerine: “ ne eşek herifmiş” diye yazmaktan kendini alamamıştı.
III. Selim kızmakta haksız değildi. Zira, General Bonaparte donanmayla Mısır kıyılarına getirdiği ordusunu 1 Temmuz’da İskenderiyye yakınına çıkarmış, Seyyid Ali Efendi’nin Talleyrand’la mülakat yaptığı günün ertesi de Kahire’ye girmişti.
İstanbul’a Mısır çıkartması haberinin hemen akabinde Fransız Sefiri Ruffin maiyetiyle birlikte Yedikule zindanlarına kapatılır. Bu hadiseden kısa bir süre sonra Talleyrand tarafından mülakata çağırılan Ali Efendiye hapsolunmayacağı açıklansa da Fransa'dan dönememek kendisi için bir hapis hayatı sayılmaktadır.
Artık Ali Efendi, davetlere icabet etmiyordu. Hatta Talleyrand’ın bir akşam yemeği davetini reddetmesi, istenen etkiyi göstermekte gecikmemiş ve bir gazeteci dokunaklı bir şekilde “Ey Avrupa milleti, bizim nasıl bir millet olduğumuzu anlayınız! ” diye yazmaktan kendini alamamıştı.
Artık Seyyid Ali Efendi’nin “Eski Osmanlı Elçisi” olarak mecburi ikameti 3,5 yıl sürmüştü.
Mısır çıkarması Osmanlı tarafından haber alınınca, III. Selim hemen savaşa girişmek yerine zaman kazanmak için çeşitli tedbirler almıştı. Diğer taraftan Bonaparte’in Malta’yı zaptedip, Mısır’ı istila etmeye kalkışması İngiltere ve Rusya’nın menfaatlerine ters düşmekteydi. Bu da, Fransa karşısında; Osmanlı, İngiliz, Rus Devletlerini, menfaatleri yönünden bir araya getirmiş oluyordu. Nitekim İngiliz donanması ( 1 Ağustos 1798 ) Ebukır’da Fransa donanmasını yenerek çok büyük zarar verdi. Bu yenilgiden sonra Osmanlı İmparatorluğu, 2 Eylül 1798’de Fransa’ya resmen savaş ilan etti. Takip eden aylarda da Rusya ve İngiltere ile ittifak antlaşmaları yapmıştı. Bu antlaşmaların en önemli özelliği; Osmanlı İmparatorluğunun bu tarihe kadar Avrupa Devletleri karşısında izlediği yalnızcılık siyasetini terkedip, bundan böyle ittifak siyasetine girişmiş olmasıdır.
Yapılan savaşlar sonunda, Napolyon başarısızlığa uğradı ve gizlice Fransa’ya döndü (Eylül 1799). Seyyid Ali Efendi, bu olaya gerçekten çok sevinmiştir. Nitekim sefaretnamesinde; idarenin beş direktörü için : “ madde-i fitne ve hıyanet ve mâye-i mel’anet ve şeytânet” kişiler olarak söz etmektedir.
Osmanlı Devleti’nin iki müttefiki olan Rusya ve İngiltere ile barış görüşmelerinin başladığı bir sırada, Talleyrand Osmanlı Devleti’yle de bir barış yapmak için kolları sıvar. 3 yıl önce sefer hazırlandığı esnada Ali Efendi’yi nasıl kandırdıysa, 1801’de avantajlı barış şartları elde etmek için yine aynı başvuran Talleyrand bu defa da başarılı olur.
Ancak barış görüşmelerine memur kılınan Seyyid Ali Efendi ile yapılan müzakereler sonucunda hazırlanan senet, 9 Ekim 1801’de Bâb-ı Ali tarafından tasdik olunmadı. Ali Efendi, kötü bir anlaşmaya imza attığından Osmanlı hükümetine küçük düştüğü gibi, Fransa hükümeti nezrinde de itibarını kaybetmişti. Aynı zamanda barış antlaşması esaslarının müzakeresinde faal rol oynayan baş tercümanının Fransa adına casusluk yaptığı da Bâb-ı Ali tarafından öğrenilmişti. Seyyid Ali Efendi ise, baş tercümanının ihanetini sezememiş, aksine onun mükafatlandırılmasını Bâb-ı Ali’ye teklif etmişti. Bu hususları göz önünde bulunduran Padişah III. Selim, Fransa ile barış müzakereleri için, başka birini vazifelendirmeyi uygun gördü ve Amedi Mehmed Said Gâlib Efendi Paris’e gönderildi. Artık Seyyid Ali Efendi’nin diplomatik görevi sona ermişti ve geri çağırılmıştı.
Nihayet 16 Temmuz 1802’de dönüş yolculuğu başlar. Bu kez elçinin mahiyetinde çok az kişi vardır ve geçtiği şehirlerde de büyük törenler yapılmamıştır. Macaristan ve Erdel yoluyla Bükreş’e gelen Ali efendi, Silistre’den Osmanlı Ülkesi’ne ayak bastığında, duygularını şöyle ifade etmektedir: “ Nihayet Silistre kentine geldik ve çok zamandan beri görmeyi arzu ettiğimiz ve özlediğimiz cami ve minarelerin yüzünü görmekle gözümüz nurlandı.”
Osmanlı Devleti’nin ilk Paris ikamet elçisi, iyi niyet sahibi olmakla beraber, kendisinde bir diplomatta aranılan vasıflar bulunmamaktaydı. Mısır Seferi hazırlanışı ve icrası boyunca Seyyid Ali Efendi’nin Talleyrand tarafından aldatılması, baş tercümanı Codrika’nın iki yüzlülüğünü fark edemeyişi de bunu desteklemektedir. Seyyid Ali Efendi elçilik vazifesinde ve daha sonra barış müzakerelerine memuriyetinde başarı sağlayamamıştır. Bunda onun siyasi tecrübesizliği, hiç şüphesiz başlıca sebeptir. Karşısına Talleyrand gibi en usta diplomatlardan birinin bulunması da, daha önce belirttiğim gibi Seyyid Ali Efendi için bir talihsizlik olmuştur.
Kaynaklar:
· Ahmed Refik, “Moralı Es seyyid Ali Efendi’nin Sefaretnamesi”, T.O.E.M, cüz. 20-24, 1329
· E. Z. Karal, III. Selim’in Hatt-ı Hümayunları, Ankara1942
· E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, Ankara 1999
· Ercüment Kuran, Avrupa’da İkamet Eden Osmanlı Elçiliklerinin Kurulması ve İlk Daimi Elçilerin Siyasi Faaliyetleri, İstanbul 1942
· Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, Ankara1992
· Kemal Beydilli, “K. Kaynarca’dan Tanzimat’a Islahat Düşünceleri”, İlmi Araştırmalar 8, İstanbul 1999
· Maurice Herbette, Fransa’da İlk Daimi Türk Elçisi Moralı Esseyyid Ali Efendi, (1797-1802), çeviren ve değerlendiren: Erol Üyepazarcı, İstanbul 1997
Çarşamba, Temmuz 08, 2009
nisyan ile mağdurum
"Hafıza-yı beşer nisyan ile maluldür." demişler. Aslında unutmak insan için bir nimet. Unutmadan yaşanmaz. Ama neyi unutmadan?
İşte burada ipler kopuveriyor.
İlber Ortaylı Hoca bir keresinde "insan yirmibeşe kadar ne aldı aldı, sonra durur hafıza" dediğinde çok da tiye almamıştım bu sözü. Halbuki bundan kastı bunamak veya balığa dönüşmek değilmiş elbet. 25 öncesi mermere kazınırken, yaş ilerledikçe suya yazılıveriyor öğrenilenler.
Bilgi dağarcığını civa gibi elimizde tutmaya çabalarken buluyoruz kendimizi. Buna mukabil, olayların muhteviyatı, yaşanılanlar ve bunların iç alemimize akisleri daha bir vurgulu, daha bir derin oluyor.
Bunun adı olgunlaşma mı?
Can sıkıcı hallere bürünüyor bazen bu unutkanlık. Özellikle işinizle ilgili konularda. En ufak bir şey için bile not tutmaya başlıyorsunuz. Yani başlıyorum.
Tarihle uğraşan birinin isimleri ve tarihleri unuttuğunu düşünebiliyor musunuz?
Düşünmeyi bırakın, bunu yaşayan bir örnek var karşınızda!
Böyle zamanlarda aklıma hep Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık kitabında yaşanan unutkanlık hastalığı geliveriyor.
Orada da benzer bir çözüm bulmuşlardı hastalığa.
"...
Bellek kaybını birkaç ay olsun önleyecek formülü Aureliano, hem de kazara buldu. Hastalığa ilk yakalananlardan biri olarak bu alanda uzmanlaştığı için, gümüş işleme sanatında da kusursuz bir ustalığa erişmişti. Bir gün maden varaklarını dövmekte kullandığı ufak örsü ararken, adını bulamadı. Babasına sordu, babas 'ıskaça' dedi. Aureliano bunu bir kağıda yazıp örsün sapına yapıştırdı: Iskaça. Böylece bir daha unutmazdı. Meretin adı zaten bir tuhaf olduğundan, bunun bellek kaybının ilk belirtisi olduğu da aklına gelmedi. Ama birkaç gün sonra, baktı ki laboratuvardaki nesnelerin neredeyse hiç birinin adını anımsamıyordu. Bunun üzerine, hepsinin adını yazıp yapıştırdı, baktı mı ne olduklarını anlıyordu artık. Babası yelyepelek gelip çocukluğunun en önemli anılarını bile unuttuğundan der yanınca, Aureliona bulduğu yöntemi babasına da açtı ve Jose Arcadio Buendia bunu önce evde, daha sonra bütün kasabada uygulamaya koydu. Fırçayı mürekkebe batırıp her şeyin üzerine adını yazdı: masa, sandalye, saat, kapı, duvar, yatak, tencere. Ağıla gitti, ne kadar hayvan, ne kadar bitki varsa, onlara da birer inek, keçi, domuz, tavuk, manyok, kaladyum, muz etiketi koydurdu. Zamanla bellek kaybının nerelere varabileceğini inceledikçe, eşyanın adını üzerindeki yazıdan çıkartabileceklerini, ama neye yaradığını unutacaklarını da kavradı. O zaman işi daha da geliştirdi. İneğin boynuna astığı şu yazı, Macondoluların bellek kaybına karşı hazırlıklı olduklarının somut kanıtıdır:
Buna inek derler. Süt versin diye her sabah sağılması gerekir, sütün de sütlü kahve yapmak üzere kahveyle karıştırılabilmesi için kaynatılması şarttır.
Böylece, bir an için adlarıyla yaklanan, ama yazılı harflerin ne demeye geldiğini unuttukları anda kaçıp ellerinden kayıveren bir gerçeği yaşamaya başladılar.
Bataklığa açılan yolun başına Macondo yazılı bir levha diktiler. Ana caddeye Tanrı vardır yazılı bir tabela astılar. Bütün evlere, nesneleri ve duygularını hatırlatmaya yarayacak yazılar yazıldı. Ama bu sistem öylesine büyük bir dikkat ve sağlam sinir istiyordu ki, çoğu kişi, kendi uydurdukları, bir işe yaramaz ama rahatlatıcı bir düşsel gerçeğin büyüsüne kapıldı...." shf.45-46.
İşte burada ipler kopuveriyor.
İlber Ortaylı Hoca bir keresinde "insan yirmibeşe kadar ne aldı aldı, sonra durur hafıza" dediğinde çok da tiye almamıştım bu sözü. Halbuki bundan kastı bunamak veya balığa dönüşmek değilmiş elbet. 25 öncesi mermere kazınırken, yaş ilerledikçe suya yazılıveriyor öğrenilenler.
Bilgi dağarcığını civa gibi elimizde tutmaya çabalarken buluyoruz kendimizi. Buna mukabil, olayların muhteviyatı, yaşanılanlar ve bunların iç alemimize akisleri daha bir vurgulu, daha bir derin oluyor.
Bunun adı olgunlaşma mı?
Can sıkıcı hallere bürünüyor bazen bu unutkanlık. Özellikle işinizle ilgili konularda. En ufak bir şey için bile not tutmaya başlıyorsunuz. Yani başlıyorum.
Tarihle uğraşan birinin isimleri ve tarihleri unuttuğunu düşünebiliyor musunuz?
Düşünmeyi bırakın, bunu yaşayan bir örnek var karşınızda!
Böyle zamanlarda aklıma hep Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık kitabında yaşanan unutkanlık hastalığı geliveriyor.
Orada da benzer bir çözüm bulmuşlardı hastalığa.
"...
Bellek kaybını birkaç ay olsun önleyecek formülü Aureliano, hem de kazara buldu. Hastalığa ilk yakalananlardan biri olarak bu alanda uzmanlaştığı için, gümüş işleme sanatında da kusursuz bir ustalığa erişmişti. Bir gün maden varaklarını dövmekte kullandığı ufak örsü ararken, adını bulamadı. Babasına sordu, babas 'ıskaça' dedi. Aureliano bunu bir kağıda yazıp örsün sapına yapıştırdı: Iskaça. Böylece bir daha unutmazdı. Meretin adı zaten bir tuhaf olduğundan, bunun bellek kaybının ilk belirtisi olduğu da aklına gelmedi. Ama birkaç gün sonra, baktı ki laboratuvardaki nesnelerin neredeyse hiç birinin adını anımsamıyordu. Bunun üzerine, hepsinin adını yazıp yapıştırdı, baktı mı ne olduklarını anlıyordu artık. Babası yelyepelek gelip çocukluğunun en önemli anılarını bile unuttuğundan der yanınca, Aureliona bulduğu yöntemi babasına da açtı ve Jose Arcadio Buendia bunu önce evde, daha sonra bütün kasabada uygulamaya koydu. Fırçayı mürekkebe batırıp her şeyin üzerine adını yazdı: masa, sandalye, saat, kapı, duvar, yatak, tencere. Ağıla gitti, ne kadar hayvan, ne kadar bitki varsa, onlara da birer inek, keçi, domuz, tavuk, manyok, kaladyum, muz etiketi koydurdu. Zamanla bellek kaybının nerelere varabileceğini inceledikçe, eşyanın adını üzerindeki yazıdan çıkartabileceklerini, ama neye yaradığını unutacaklarını da kavradı. O zaman işi daha da geliştirdi. İneğin boynuna astığı şu yazı, Macondoluların bellek kaybına karşı hazırlıklı olduklarının somut kanıtıdır:
Buna inek derler. Süt versin diye her sabah sağılması gerekir, sütün de sütlü kahve yapmak üzere kahveyle karıştırılabilmesi için kaynatılması şarttır.
Böylece, bir an için adlarıyla yaklanan, ama yazılı harflerin ne demeye geldiğini unuttukları anda kaçıp ellerinden kayıveren bir gerçeği yaşamaya başladılar.
Bataklığa açılan yolun başına Macondo yazılı bir levha diktiler. Ana caddeye Tanrı vardır yazılı bir tabela astılar. Bütün evlere, nesneleri ve duygularını hatırlatmaya yarayacak yazılar yazıldı. Ama bu sistem öylesine büyük bir dikkat ve sağlam sinir istiyordu ki, çoğu kişi, kendi uydurdukları, bir işe yaramaz ama rahatlatıcı bir düşsel gerçeğin büyüsüne kapıldı...." shf.45-46.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)